31 Ekim 2014 Cuma

Çaresiziz Çaresizsiniz Çaresizler...

Sabah yazılarımda sürekli “umutsuzluğa kapılmak yok” gibi mesajlar veriyorum. En kötü şartlarda bile her zaman az da olsa bir umut olduğuna inanan bir insan olmama rağmen, ne yazık ki bu konuda arık benim de çok bir umudum kalmadı.  Hatta umutsuzum da denebilir.

Hangi konuda mı? Maden ocaklarının düzeltilmesi konusunda artık bir gram umudum yok. Bilhassa da kömür madenlerinin düzeltilebileceği konusunda hiçbir umudum kalmadı. Bu konuyu defalarca yazdım, çizdim ama sonunda düzelmelerinin mümkün olmadığına ben de ikna oldum.
 
Ne diyor büyüklerimiz? Bu konuyla ilgili yeni yasa çıkardık diyorlar. Neymiş yeni yasa? Artık 8 saat değil de, 6 saat çalışacaklarmış. İşin zorluğu ve yıpratıcılığı açsından iyi bir gelişme olmakla beraber, bu yasanın kime ne yararı var. İş güvenliği açısından bir gram yararı yok. Her daim aşağıda birileri olacağına göre, piyango belki sana değil de arkadaşına denk gelecek. Hepsi bu. Değişen bir şey yok, köle gibi görülen kömür madeni işçileri ölmeye devam edecek.
Başka ne yapmışlar? Artık 1,100 TL değil de, 1,900 TL alacaklarmış. Gelir düzeylerinin birazcık yaşanabilir bir seviyeye çekilmesi güzel olmuş ama bu gelişme kömür madencisinin hayatını nasıl kurtaracak. Değişen bir şey yok, köle gibi görülen kömür madeni işçileri ölmeye devam edecek.

Arkadaşlar Soma faciasının üzerinden 5 aydan fazla bir zaman geçti ve biz farkında olmasak ta maden işçileri hayatlarını kaybetmeye devam etti. Her ay averaj 10 maden işçisi hayatını kaybediyor ve kimsenin ruhu duymuyor. Sadece büyük facialar olduğunda bizlerin haberi oluyor. Diğerleri artık bu ülkede haber değeri bile taşımıyor.

Kimse kızmasın ama bizim gerçeğimiz bu. Bu ülkede madenciler ölmeye devam edecek.
Neden ders almıyoruz? Herkes birbirine bu soruyu soruyor. Ders alıyoruz, almıyoruz değil ama yapacak bir şey yok. Herkes gerçekleri biliyor ama söyleyemiyor. Arkadaşlar, madenlerimiz çok kötü. Bu konuda çağdaş dünyayı 200 sene geriden takip ediyoruz. Dün akşam programın birinde uzmanın bir tanesi, “madenlerimiz 1700’lü yılların seviyesinde” dedi. Bunun üzerine başka söyleyecek söz var mı?

Madenin sahibi suçlu, işletmecisi suçlu, denetleyicisi suçlu, sendikalar suçlu, daireler suçlu, herkes suçlu. Hepsini kabul ediyorum ama asıl neden bu madenlerin düzeltilmesinin mümkün olmaması. Dünyanın ileri gitmiş ülkelerinden denetleme ekipleri getirip bu madenleri denetlettirsek, “hepsini kapatın” gibi bir sonuç çıkacağından eminim.
Bazı arkadaşlar da diyorlar ki “kapatalım öyleyse”. Ne yazık ki bu da olmuyor. Pamuk ipliğine bağlı giden Türkiye ekonomisinin bu madenlerin kapatılmasını kaldırabilmesi mümkün değil. Uğruna ocaklar sönen o kalitesiz kömür bu ülkede çok işe yarıyor. Hükümetin “hadi bütün madenleri kapatalım” demesi mümkün değil.

Peki, o zaman ne yapacağız? Cevap veriyorum, hiçbir şey. Oturup kömür madencilerinin cansız bedenlerinin ocaklardan teker, teker çıkarılmasını seyretmeye devam edeceğiz. Kömür işçisinin ölümü göze alarak bu işe girdiğine zaten herkes kendini inandırmış.
Ne yapmış hükümet, her ne kadar güvenlik açısından bir yararı olmasa da, bir takım ekonomik şartları iyileştirmiş. Bunun karşılığında maden sahipleri ne yapmış? "Bana yeni yasa bir takım külfetler getirdi" diyerek zavallı kömür madeni işçisinin yemek gibi, servis gibi haklarını elinden almış. Çaresiz köleler de bu şartları kabul etmek zorunda kalmış.
Kömür işçisinin bu ülkede kölelerden bir farkı yoktur. Siz şimdi gidin bir iş yerine ve oradaki insanlara “bundan sonra yemeklerinizi bodrumda -5 katında yiyeceksiniz” deyin. Hepsi söylenmeye başlar ve bu uygulama yürümez. İşverenler yemekhanelerini daha sevimli hale getirmeye çalışırken, zavallı kömür işçisine reva görülen şartlara bakın. Neden mi? Çünkü o bir köle…
 
Kömür işçisi, gözlerini para hırsı bürümüş iş güvenliği ve iş sağlığı için 5 kuruş harcamak istemeyen işletmecilerle, 1700’lerin madenleri arasında sıkışıp kalmış. Çalışmasa ekmek yok, çalışsa hayatı tehlikede. Buyurun siz seçin. Aşağıda iki tane kardeşi olan kadıncağız, dün akşam televizyonda, “bari 3 aydır ödemedikleri paraları alabilsek” diyor. İşte durum bu kadar vahim ve acı.

Hiçbir konuda umudunu kaybetmeyen Emin bu konuda umudunu kaybetti. Kimsenin içini karartmak istemiyorum ama günümüzün gerçeği bu. Derinlikleri 400-500 metreyi geçmiş kömür madenlerinin bu aşamadan sonra düzeltilebileceğine inanmıyorum. Bir gün yangın, bir gün gaz, bir gün su, bir gün toprak derken kömür madencisi ölmeye devam edecek.
Bırakın madenleri düzeltmeyi, kurtulma şansını artırabilecek küçücük konuları bile yasaya koyamayan hükümette bizler gibi cesetleri seyretmeye devam edecek. Ayrıca hemen şunu da belirteyim bu konu sadece mevcut hükümetin yarattığı bir sorun değil. Bu sorun çok uzun yılların sorunu. Hangi hükümet gelirse gelsin hiçbir şey değişmez. Zaten bugüne kadar da değişmedi.

Çok üzgünüm ama ocak girişlerinde battaniyelerin altında, o milyonda bir umut için beklemeye devam edeceğiz.
Yüce rabbim bu ülkedeki madencileri de, herkesi de korusun…

29 Ekim 2014 Çarşamba

Karadeniz'de Rüzgâr Bir Başka Eser

Günaydın Dostlar,

Beğensek de beğenmesek de bu topraklarda çok güzel işlemese de yine de şu ana kadar bulunmuş en iyi yönetim şekli cumhuriyettir. Demokratik bir ortamda yaşamak istiyorsak cumhuriyetimize dört elle sarılmamız şarttır.

Hele de bizim cumhuriyetimiz; büyük fedakârlıklarla kazanılmış bir Kurtuluş Savaşı'nın ardından, elinde her türlü yetki varken ülke ilerlesin, çağdaş ülkeler seviyesine gelebilsin, insanlar refah içinde yaşayabilsin diye düşünebilen ileri görüşlü bir liderin kurduğu ve bizlere emanet ettiği bir cumhuriyettir. Hiçbir şey yapmadan oturup padişah hayatı yaşamak dünyanın en kolay işi olurdu ama yapmadı.
 
Neden yapmadı? Çünkü o ileri görüşlü, halkını seven ve düşünen bir liderdi.
Bizim cumhuriyetimiz; bir tepeyi, bir köprüyü, bir vadiyi vermemek için bir gecede hepsi ölen kahraman askerlerin kanlarıyla sulanmış bir cumhuriyettir.

Bir top mermisi için çocuğunu kaybeden kahraman Anadolu kadınlarının kocaman yürekleri üst üste konularak inşa edilmiş bir cumhuriyettir. Ülkenin her bir köşesi kadınıyla, erkeğiyle binlerce kahramanlık ve fedakârlık öyküleriyle doludur.

Bu kahraman kadınlardan bir tanesi de İnebolulu Şerife Bacı'dır.
İnebolulu Şerife Bacı'nın kocası Çanakkale'de şehit oldu. Herkes gibi o da uçsuz bucaksız mezarların birinde yatıyor. Canını verdi ama düşmana geçit vermedi. Haykırdı “Çanakkale geçilmez.” diye. Geçirmedi kimseyi Çanakkale’den.
Binlerce kahraman Anadolu kadınından sadece bir tanesidir İnebolulu Şerife Bacı. Onun gibi yüzlerce, binlerce örnek var. Vatanı kurtarmamız lazım. İstanbul’dan kaçırılarak İnebolu’ya getirilen Osmanlı'nın silahlarının, top mermilerinin bir şekilde Ankara’ya ulaştırılması lazım. Kadın, erkek, herkes alıyor kağnılarını, at arabalarını çıkıyor dağlara. Hedef Ankara.

İngilizler, Yunanlılar kimseye göz açtırmazken bu silahların Anadolu’ya kaçırılması konusunda gayet esnek davranan Fransızları da unutmamak lazım.

Şerife Bacı da çıkıyor yola. Hava soğuk, Ankara’ya gitmek için dağları aşmak lazım. Kara öküz yaşlı, sarı öküz biraz daha genç ama yine de yol çetin. Alıyor kutsal emaneti vuruyor dağlara. Şerife Bacı gözünü karartmış bir kere, her ne pahasına olursa olsun, emaneti karanlık dağlardan aşırıp Ankara’ya ulaştıracak. Minik kızını da sımsıkı sırtına bağlayıp atıyor ilk adımlarını. Çekiyor yaşlı öküzleri, "Haydi, beni yarı yolda bırakmayın." diyor. Karnı aç ama bu konuyu aklına bile getirmek istemiyor. Kendi kendine sürekli "Açlık önemli değil." diyor. Açlık, soğuk, kar, kış, fırtına, çamur hiçbiri önemli değil. Şerife Bacı, öküzler kağnı arabasının tekerleklerini her tur attırdığında hedefine biraz daha yaklaşacağını çok iyi biliyor..
Şerife Bacı yorgun, bitkin, üşüyor ama hiçbirini düşünmüyor artık, daha fazla sırtında taşıyamadığı kızını sıkıştırıyor top mermilerinin arasına. Üzerlerini itina ile örtüyor. Üzerindeki battaniye ile hayatındaki en kutsal iki şeyi sıkıca sarıyor. Her ikisinin de ıslanmaması gerekiyor.
Şerife Bacı hiç durmadan gidiyor. Ne kadar gittiğini bile bilmiyor. Tek amacı gitmek, gitmek, gitmek ama tipi o kadar artıyor ki güçlükle ilerliyor. Durmanın ölüm olduğunu bildiğinden ilerlemeye çalışıyor fakat bir andan da elinin, ayağının uyuşmaya başladığını hissediyor. Aniden karların içine yuvarlanıyor. Tatlı bir uyku çöküyor Şerife Bacı'nın gözlerine, bedeninin varlığını hissetmiyor. Sonunda bütün ışıklar sönüyor ve her şey karanlığa gömülüyor.

Güneş yüzünü gösterdiğinde askerler buluyorlar minik kızı ve top mermilerini. İkisi de sapasağlam. Korudu Şerife Bacı onları. Hayatını verdi ama emaneti vermedi.

Kahraman kadınlar geçirdi o silahları dağlardan. Kendini feda etti, çocuğunu feda etti, kocasını feda etti ama vermedi bu vatanı. Bu toprakların her yerinde yüzlerce, binlerce Şerife Bacılar var. Sen pes edebilirsin, sen hayatını sevmeyebilirsin, sen nankörlük yapabilirsin, sen anlamsız kısır çekişmelerin içine girebilirsin, sen kendi kendini mutsuz etmek için elinden gelen her şeyi yapabilirsin ama şunu iyi bil ki bu kadar büyük fedakarlıklarla kurtarılmış ve kurulmuş bir emanete sahip çıkamazsak Şerife Bacılar bizi hiç affetmez.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın, cumhuriyetle kalın...

23 Ekim 2014 Perşembe

Tam Çizginin Üzerinde Yürümek Şart...

Kare şeklindeki yer döşemeleri koridor boyunca uzanıyor…

Koridorun sonundaki yerden tavana kadar uzanan camdan içeri giren sabahın ilk ışıkları, döşemenin kenarı ve duvar ile tam bir dik üçgen oluşturmuş. Emin, karnındaki acıyı unutmuş, elinde diren torbası “acaba bu üçgenin hipotenüsü kaçtır” gibi bir şeyler mırıldanıyor kendi kendine.
“Aman bana ne kaçsa kaç, sabahın bu saatinde çatlak mıyım neyim?” “Doktor yürü dedi. Ben en iyisi yürümeye devam edeyim”. Emin döner ve koridorun öbür ucuna asansörlerin bulunduğu alana doğru yola çıkar. Yola çıktı çıkmasına ama koridorun öbür ucu 13 km uzakta gibi görünüyor, bu hızla çarşamba sabahına ancak varabilir.



Yarım açılmış gözlerle, yarım açılmış kapıdan dışarıya doğru bakan amcam hiç kıpırdamadan yatıyor. Refakatçi dönmüş cama doğru sarılmış yorganlara uyuyor. Amcam uyanık, amcama saatler, geceler geçmiyor.
Emin’in yaraların üzerine denk gelmesin diye düşük bel kot pantolon gibi aşağılarda bıraktığı pijaması her adımda bir milim daha aşağıya kayıyor. Pijama toptan düşse eğilip de yukarı çekmesi mümkün değil. Biri gelene kadar bekleyecek artık. Yapacak bir şey yok, burası bir hastane. İstiyorsan yün donunla bile gezebilirsin, kimse bir şey demiyor. Umarım tam asansörlerin orada düşmez.

Ufak adımlarla yola devam. Doktor yürü dedi. Hemşirelerin oturduğu bankoda tek bir amca oturmuş, harıl, harıl bir şeyler yazıyor. Vardiya değişmeden önce formları doldurması gerekiyor.
Koridorlarda kimseler yok, herkes evinde uyuyor. Pazar günü sabahın bu saatinde kalkıp da amcamı ziyaret edecek halleri yok tabi ki. Gelseler de belki de içeri sokmazlar. Ziyaretçi saatleri diye bir şey var.
“Durum fena değil, koridorun sonuna varıldı ama şimdi uzun bir dönüş yolculuğu var”. “Yavaş, yavaş dik üçgene doğru gitmemiz lazım”. “İşin yarısı yola çıkmak, çıktıktan sonra nasıl olsa koridorun sonuna varırız”.

Yavaş adımlarla, düşmek üzere olan pijamamızla, hayatından bezmiş fanilamızla, elimizde diren torbası koridorda yürüyoruz. “Uzun ince bir yoldayım…” “Offf bu da nereden çıktı şimdi?

Dik üçgene çok az kaldı. Emin, her koridorun sonuna geldiğinde de camdan dışarı bakıyor. 10 dakika içinde sanki bir şeyler değişmiş gibi bakıyor. Kara Fırındakilere bakıyor. Kim bilir ne güzel poğaçalar fırında pişiyordur şu anda! “bir dik üçgende kısa kenarların karelerinin toplamı, uzun kenarın karesinin…”. Taktı bu işe.  Mümkün olsa kenarları ölçecek. Deli midir nedir?
“Kadının biri ATM’den para çekiyor, ne yapacak o parayı acaba?” Hadi Emin, sen en iyisi geri dön bir kere daha hemşirelere doğru yürü.
Bir anda direniyle yürüyen epeyce yaşlı bir teyze belirdi koridorda. Kadıncağızın biri de kolundan tutuyor ve Emin’e doğru geliyorlar. Teyzem, Emin’i görünce “size de çok geçmiş olsun” dedi. Emin’de “çok sağ olun, size de” deyip yoluna devam etti. Emin’in işi var yürüyüp duygusuz gözlerle kapıya bakan amcanın kapısının önünden bir kere daha geçmesi lazım. Aralarında gizli bir anlaşma var. Konuşmaya, görüşmeye gerek yok. Bir daha bir birini hiç görmeyecek bu iki insan aslında her geçişte o kadar çok şey konuşuyorlar ki…

Teyzem yer döşemelerinin yarattığı çizginin üzerinde hiç sapmadan yürüyor. Sanki adımlarını tam çizgiye denk getiremezse birisi ona kızacakmış gibi hissediyor. Emin teyzeme bakıyor ama kendisi de çizginin üzerinde yürüdüğünün farkında değil.

Bir yerde bir çizgi varsa, o çizgi insanları bir şekilde etkiliyor diye yazacaktım ama sonra yollardaki trafik şerit çizgileri aklıma geldi.
Hastaneler değişik ortamlar. Bambaşka bir dünya onlar. Dış dünyanın içinde kurulmuş, minicik, minicik ayrı dünyalar. Uzun koridorların insanları gerçek dünyadan uzaklaştırdığı farklı bir yaşam şeklinin hüküm sürdüğü yerler.

Koridordaki en güzel yürüyüş de, çıkacağınız günkü yürüyüşünüz. Tamam, çıkalım ama yarım açılmış kapıdan, yarım açılmış gözlere bir kere daha bakmadan çıkamayız. “Sevgili amcacığım ben çıkıyorum, darısı başına”… Sabah bakışmalarımız hep kalbimde kalacak…
“Hipotenüs bir dik üçgenin en uzun kenarıdır”…

Yok, yok, yok ben gidiyorum artık…

21 Ekim 2014 Salı

Dostlarım Var Benim...

Günaydın dostlar…

Sizlerin de bildiği gibi mide ağrısı şeklinde başlayan süreç (zaten hep böyle başlarmış), cumartesi sabahı erken saatlerde apandisit ameliyatı olmamla son buldu.
 
İlk defa hastanede yatan ve ilk defa ameliyat olan Emin için de değişik bir tecrübe oldu. Ne demişler “her şeyin bir ilki var”… Her ne kadar güzel anılarımız olmayan bir hastane olsa da eve en yakın tam teşekküllü hastane olarak yine oraya gitmek zorunda kaldık. Sağ olsunlar her açıdan da çok iyi baktılar. Negatif olan kaybettiklerimizin o hastane ile anılan süreçleri, yoksa Allah var hastanedeki benim tecrübem her anlamda dörtdörtlük.
Bu sabah bir şeyler yazabileceğimi düşünmüyordum ama yine duramadım. Dostlarım, “artık orada yaşadıklarını yazarsın” diyorlar, bende sabah bilgisayarın başına oturduğumda kesin yazarım diyorum.

Bu bir sabah yazısı değil, bu bir teşekkür yazısı. Hastanede ilk defa kalan bir insan olarak, orada kalırken aranıp, soruluyor olmanın ne kadar önemli olduğunu anladım. Başka türlü zaman geçmez orda. Telefonla konuşurken, Facebook’a cevap verirken, WhatsUp yazarken filan vakit bir şekilde geçiyor.

Ben yatağını, yastığını arayan bir insan değilim, dünyanın her yerinde de uyudum ama nedense hastanede pek uyuyamadım. Hiçbir gece 2 saatten fazla uyuyamadım. Ağrım, sızımda olmamasına rağmen yine de uyuyamadım. Sabaha kadar izlemediğim program kalmadı.
Neden biraz zor oldu? Çünkü benim apandisit patlamamış ama etrafa epeyce bir sızıntı yapmış. (Doktorlar en az 10 gündür sızıntı yaptığını düşünüyorlar)  O nedenledir ki, normalde yarım saat bile sürmeyen ameliyat 2 saat sürdü.

Pul biriktirdiğim dönemler vardı. Oyuncak tren biriktirdiğimi de bütün dostlarım bilirler ama ben en çok dost biriktirmişim. Her zaman ki gibi rekor seviyede şımartıldım ve ilgi gördüm. Herkese tek tek isimlerini yazarak teşekkür etmek isterim ama birilerini kesin unuturum.

Bu süreçte arayan, soran, yazan, çizen, ziyarete gelen, çiçek yollayan, bunların hepsini defalarca yapan, bütün dostlara çok teşekkür ediyorum. Çok uzaklardan gelenlerden tutunda, uyuyamıyorum diye gece yarısına kadar başımda bekleyenlere, kendi hastalığını unutup bana gelenlere kadar her türlü dostluğu gördüm.

Beklenmedik süreçte, başta her işimle ilgilenen Duygu olmak üzere hepinize ayrı, ayrı çok teşekkür ediyorum. Bu dünyada etrafında dostlarının olduğunu bilmekten daha güzel bir duygu yok…
Evet, hastane iyiydi, güzeldi ama Allah hiç birimizi ne hasta, ne de ziyaretçi olarak hastanelere gitmek zorunda bırakmasın.

Hepiniz sağlıklı kalın…

16 Ekim 2014 Perşembe

Bir Doktor Dövüp Gelelim...

Artık herkes kendi kafasındaki adaletin peşine düşmeye başladı. Doktor, öğretmen dövmek sıradan bir iş haline geldi. Kimse de çıkıp da “Ne oluyoruz kardeşim?” demiyor. Eski Texas’a döndük diyeceğim ama orada bile bu mesleklerin bir saygınlığı vardı.

Her akşam televizyonlarda izlediklerime inanamıyorum. Doktorların yanlış yaptığını düşünen herkes hastanelere koşmaya başladı. İki gece evvel gördüm, doktoru dövmek, hatta linç etmek için hastaneye kadınlı erkekli en az 50 kişi doluştu ve ne hastane güvenlik birimleri, ne de polis onları durdurabildi.
 
Doktorun gerçekten bir ihmali var mıdır, yoksa umutsuz bir hastayı kurtarmak için dünyalar kadar uğraşıp bir de üstüne dayak mı yemiştir, onu da Allah bilir. Doktorluk saygın bir meslektir ve hepsi insanları kurtarmak, iyileştirmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
“Hiç mi kötüsü, ihmali olan yok aralarında?” diyeceksiniz. Her meslekte olduğu gibi tabi ki bu meslekte de var ama bunun çaresi bütün mahalle toplanıp doktoru dövmeye gitmek değil. Sağlık çalışanlarını bıktıracağız, sonra da hiç biri riskli hastalarla uğraşmak istemeyecek.

Yapılan her hatanın, ihmalin cezasını kendimiz kesmeye kalkarsak bu işin sonu gelmez. Her gün etrafımızda sürekli insanlar ölüyor. Bunların çoğu da kendilerinin veya başkalarının ihmalleri, hataları yüzünden ölüyor. 301 madenciyi ve asansör kurbanlarını unutmadık. Bunlar gibi binlerce örnek var.

Doktorlar da dahil olmak üzere, varsa birilerinin bir ihmali, hatası, gidersin yaparsın şikâyetini adalet önünde verir hesabını. Kulaktan kulağa yayılan dedikodularla onun bunun üzerine saldırmak bir hukuk devletinde olmaması gereken bir şeydir.

Ölüm, hayatımızın acı bir gerçeği. Hepimiz yakınlarımızı kaybetmenin acısını yaşadık (hepsinin mekânları cennet olsun) ama o anki üzüntüyü ve çaresizliği, sağlık personeline saldırıya dönüştürmek, doğru bir iş değil.

“Bana bir kelime öğretenin kulu kölesi olurum.” inancından, her gün öğretmen döver bir hale geldik. Öğretmen, doktor kim olursa olsun varsa bir kusuru gidersin gerekli yerlere yaparsın şikâyetini, suçlu bulunursa da çeker cezasını.
İnsan kendi çocuğunun dersleri, ödevleri ile uğraşamazken, öğretmenler her gün birçok çocuk ile uğraşıyorlar. Bizler her gün okulda değiliz ve tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz. Çocuklarımızın akşam bize gelip anlattıkları şeyler hikâyenin tamamı olmayabilir. O yüzden sağa sola saldırmadan önce gerçekten ne olup bittiğini öğrenmemiz de yarar var.
Duyduğum bazı hikâyeler beni de çok sinirlendiriyor. Bu tip durumlar varsa arayın ben de geleyim dövmeye ama onun dışında bırakın herkes kendi görevini yapsın. Şikâyetinizi yapın ve sonuna kadar takipçi olun.

İnsanların adalete olan güveninin kaybolmasının bu durumlarda bir etkisi yok mu? Tabi ki var. Şikâyet etsem de bir şey olmaz ki inancı yüzünden insanlar kendi cezalarını kendileri kesmeye kalkıyorlar. Birçok yetkili mercii, "Adam intihar etti ve öldü" diyor ama hiçbirimizin içi rahat değil. Neden? Çünkü güvenimiz kalmadı. Ailesi zengin olduğu için kaçırmanın bir yolunu bulmuş olabilirler diye düşünüyoruz. Bu nedenledir ki bir ülkede hukukun üstünlüğüne olan güvenin asla sarsılmaması gerekmektedir.

Dün akşam televizyonda gördüm. Yine bizim 4 Anadolu Çocuğu toplanmış ve doktor dövmeye gitmişler ama meğerse doktor da tekvandocuymuş hepsini fena halde hırpalamış. Bu işlerin sonu yok arkadaşlar. Ne insanlar doktor dövmeye gitsin, ne de doktorlar hasta yakınlarını dövsün. Hastane gibi, okul gibi merkezlerde bu tip işlerin olması hiç güzel gözükmüyor.
Unutmayalım ki iyi niyet ve adalet duygusunu kaybeden toplumlar, her gün yeni bir sorunla uğraşmaya mahkumdurlar…

14 Ekim 2014 Salı

Unutma Beni Yaz Aşkım...

Günaydın dostlar...

Dün akşam teknolojinin nimetleri ile ilgili iki ayrı yazı okudum. Birincisinde işyerine gitmeden evden çalışabilmenin rahatlığından söz ederken, ikinci yazıda da yaz aşklarının bu devirde ne kadar kolay olduğundan söz ediyordu.

İsterseniz biz evden çalışmayı şimdilik bir kenara bırakalım ve yaz aşklarından söz edelim. 30-40 yıl öncesinde yaz aşkları gerçekten çok zordu. Bilirdin ki, tatil bittiği zaman bir daha görüşme imkânınız yok gibi bir şeydi. Her nereye gitmişseniz dönüş günü yaklaştığında insanlara bir hüzün çökerdi. Bırakın şimdiki haberleşme imkânlarını, insanların birçoğunun evinde telefon bile yoktu.
 
Yaz aşkın tesadüfen seninle aynı mahallede oturmuyorsa görüşmen mümkün değildi. Düşünün ki, İstanbul’da bile yaşasa, sen Bakırköy’desin, o Etiler’de veya Pendik’te. Nasıl görüşeceksiniz? Kimsenin o kadar uzun mesafeleri gidebilmesi mümkün değildi. Gerçi günümüzde de çok mümkün değil. Çok da değişen bir şey olmamış aslında.
"Yaz aşkı" lafının ortaya çıkması işin imkânsızlığından kaynaklanıyordu. Sonu olmayacağını bilmekten kaynaklanıyordu. Yoksa mevsimler arasında bir fark yaratmaya gerek yoktu. Bütün bu şarkılar, türküler, şiirler hep işin imkânsızlığından ve ayrılığından bahseder. Her ne kadar ayrılık günü karşılıklı görüşme sözleri verilse de genelde görüşülemezdi.

Teknolojinin ilerlemesi ile birlikte imkânsızlıklar ortadan kalktı.Artık bir tanesi dünyanın öbür ucuna da gitse iletişim kopmuyor. İnsanlar Söke’ye varmadan 25 tane mesaj atıp, 26 tane de WhatsUp yazıyorlar. Neredeyse yolda beraber gider gibi.

Yukarıda da belirttiğim gibi birçok insanın evinde telefon yoktu. O yüzden ayrılırken telefon numarasını almak gibi bir konu da söz konusu değildi. Hadi diyelim aldın telefon numarasını, ne yapacaksın, arayacak mısın? Vallahi o iş de o kadar kolay değildi. Bir kere gündüz arayacaksın ki babası evde olmasın. Sonuçta salonun ortasında gümbür gümbür çalan bir telefonu arıyorsun. Telefonun çaldığını komşular bile duyuyordu. Baba evde olmasa da, senin istediğin insandan başka herkes açar o telefonu ama o açmaz. Sonra kim olduğunu anlat dur.
Emin mi? Ortaokul yıllarında Bursalı bir kızcağızla, Ege’de bir yerlerde samimi olduğumuzu hatırlıyorum. İsmini çok iyi hatırlamıyorum ama galiba Filiz’di. Tek hatırladığım kızla bütün gün pinpon oynadığımız. Tatil bitti bir daha da görüşemedik. Bizim evimizde telefon filan da olmadığı için zaten öyle bir muhabbet de olmadı.

"Sevgili Filiz, uzun süredir görüşemedik ama bu sabah bu yazıyı okuyorsan sanki bizim iş yürümeyecek gibi". Benden duy istedim. Gerçi Allah var, “görüşürüz” diyerek de ayrılmamıştık ama yine de ben konuya bir netlik getirmek istedim. Muhtemelen Filiz de artık tenis oynuyordur…

Teknoloji tabii çok güzel ama bence insanların kabak dolmasının içine ne koyduğunu sosyal platformlarda görmediğimiz günlerin de garip bir cazibesi vardı. Yaz aşkı bir ayrılık, bir özlemdi ama genelde hasret tatil kadar bile uzun sürmezdi. 15 gün bir arada olduğun insanı da, 30 gün özleyecek değilsin ya… Bir kere ayrıldınız mı bir daha hiç görüşmek mümkün olmadığı için, o gidiyordu Bursa’daki Peyami Sefa Ortaokulu'na, sen gidiyordun Ankara’daki Bahçelievler Ortaokulu'na.

Şimdi herkes otursun yaz aşklarını düşünsün ve ilişki yürümeyecekse Emin gibi ilişkiyi bitirsin. Karşı tarafı da sürüncemede bırakmayın. Kim bilir belki bir yerlerde birileri halen temmuzda gelecek olan yaz aşkını bekliyordur…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

9 Ekim 2014 Perşembe

Yabancıya Bayram Gelmez

Günaydın Dostlar,

Malum, güzel ülkemiz bir yabancı cennetidir. Bilhassa İstanbul’da her ülkeden insan vardır. Burada yaşayan ve çalışan insanların çoğu bir tatil olduğunda hemen ülkelerine giderler ama bir kısmı da burada kalıp İstanbul’un boş sokaklarının tadını çıkarır.

Bayram boyunca her sabah ben de bu boş sokakların tadını çıkaranlardandım. Spor gibi değil, boş boş dolaşma gibi birçok yürüyüş yaparım. Hatta bir seferinde sabahın 10.45’inde büyük bir keyifle sofrasını kurmuş, rakı içen yaşlı bir amca bile gördüm. O kadar keyifli içiyordu ki vallahi benim de canımı istetti.
 
Sabahın erken saatlerinde Bağdat Caddesi'nde bir tek Emin yoktu. Ülkesine gitmemiş yabancıların da hepsi caddedeydi. Çocuk arabasıyla gezenlerden tutun da bisiklete binenlere kadar her çeşidi vardı. Bizim bayramlarımız onlara pek bir şey ifade etmese de onlar için de güzel bir tatil oluyor.
Sonra da yabancı bir ülkede seninle hiçbir alakası olmayan bir bayram yaşamak nasıl bir his acaba diye düşündüm. Çok iyi biliyorum ki İstanbul’daki yabancılar bir araya gelip, Christmas kutlarken bizim haberimiz bile olmuyor. Birinin evinde bir araya gelip, yemeklerini yiyip kutlamalarını yapıyorlar. Genelde Christmas yemeği için dışarıda bir yerlere gitmek çok da duyulmuş bir iş değildir. Evde toplanmayı severler ve de genel olarak da yaşça büyük akrabaların birinin evinde toplanılır.

Sonra da biz Amerika’dayken ne yapıyorduk, diye düşündüm. Tahmin edebileceğiniz gibi bizim için pek bir şey ifade etmiyordu. Herhangi bir hafta sonu tatilinden çok da bir farkı yoktu. Avrupa’yı bilmiyorum ama Amerika’da bütün tatiller bir gündür. İki gün tatilleri bile yok. Hele dokuz günlük tatili herhalde hiç anlatamayız.

Herkes beni ilk Amerika’ya gittim zanneder ama ondan önce ben bir yıl kadar da Oxford’da kaldım. Okula gidiyor ve İngiliz bir ailenin yanında kalıyordum. Çok iyi hatırlıyorum, yılbaşı akşamı geldiğinde aile bir yere gitti ve ben tek başıma evde kaldım. Zaten her yer kapalı, gidecek bir yer de yok. Bir şeyler yiyip bir iki bira içerek o geceyi geçirmiştim. Televizyonda bile en ufak özel bir program yoktu. Gecenin en ilginç tarafı da radyo ile oynarken Türkçe müzik çalan bir istasyon bulmam olmuştu. Bütün gece onu dinlemiştim.
Oxford’da bir sürü buradan gitmiş öğrenci vardı. Demek ki onlar da organize olup bir şey yapmamışlar, yapsalardı haberim olurdu. Belki de yaptılar ama beni çağırmadılar. Birçoğu tatilden yararlanıp Türkiye’ye gitmiş de olabilir.

Yukarıda da belirttiğim gibi Amerika yıllarında tatiller bizim için hiçbir şey ifade etmiyordu. Amerikalılar da “Christmas’da bize gelin.” filan demiyordu. Bu aile içi bir yemek, Anadolu çocuğunun ne işi var. Yılbaşı gecelerinde birkaç defa orada yaşayan ve çalışan vatandaşlarımızın evinde yemeklere katıldığımızı hatırlıyorum ama onların da hepsini toplasan maksimum üç eder.

Michigan’da oldukça büyük bir vatandaş grubumuz vardı ve her sene büyük bir Cumhuriyet balosu yapılırdı. Öğrenciler de dâhil olmak üzere herkes o baloya katılırdı. Allah var, güzel de olurdu. Küçük bir de Türk lokali vardı. Orada bayram sabahı bayramlaşmaların olduğunu duyardık ama öğrenciler pek gitmezdi. Gitse gitse Baha gidiyordur, başka kimsenin gittiğini zannetmiyorum.

Bayram günleri başka topraklarda yaşayan insanlar için garip hislerin yaşandığı günlerdir. Senin bayramın onları alakadar etmez, onların bayramı da seni bağlamaz. İstanbul’da bayramdır ama senin yaşadığın yerde normal bir çalışma günüdür. Internet filan da olmadığı için bayramların tam olarak hangi güne denk geldiğinden haberimiz olmadığı bile olurdu.
Ne kadar rahat olursan ol; bayramıyla, seyranıyla, yaşamıyla, farklılıklarıyla gurbet her zaman gurbettir. Beş yüz bin vatandaşımızın yaşadığı Kreuzberg’de bunu çok hissetmeye bilirsin ama Michigan’ın küçük bir şehrinde yaşarken bayram gelmez.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

8 Ekim 2014 Çarşamba

Aklımda Hiçbir Şey Yok...

Bayram sabahlarında sokaklarda gezerken aklımda bir konu vardı, çarşamba sabahı yazarım diye düşünüyordum ama bu sabah uçtu gitti. Şu anda aklımda hiçbir şey yok.

Sabah yazılarında siyasete, şuna, buna bulaşmayayım diyorum ama olmuyor. Son iki günün gerçekleri ortadayken benim burada oturup Seda Sayan’ın nasıl göbek attığını yazmam çok salak bir durum olur. Sokağın gerçeği yaşamımızı da, yazacaklarımızı da etkiliyor. Şartlar bizi politikacı ve futbol yorumcusu olmaya zorluyor.
 
Uzun seneler yurtdışında yaşamış bir insan olarak yaşananlara uzaklardan bir yerden bakmanın ruh halini de çok iyi bilirim. İnsan kendini kötü ve tek başına hisseder. Sen orada oturmuş bir ülkem var diye düşünüyorsun ama ülkende her türlü sorun var. Yurt dışında yaşayan çok sevdiğim bir askerlik arkadaşım, dün akşam sosyal bir ortamda “Arkadaşlar yaşananlar buradan göründüğü kadar kötü mü yoksa yemek resmi paylaşmaya devam edenlerin umursamadığı kadar iyi mi?” diye yazmış. Gerçekten de uzaktan bakan bir insan paylaşılanların çizgisine bakarak hiçbir sonuca varamaz.
Sokaklarda durum malum, herkes görüyor. Her türlü radikal örgüt sokaklara döküldü. Kimin hangi sokakta, kiminle kavga ettiği belli değil. Türkiye’de her zaman bu tip ortamları bekleyen ve bu ortamlardan nemalanan gruplar olduğu için, onlarda kendilerini lunaparkta gibi hissetmeye başladılar. Tam da arayıp da bulamadıkları ortam yaratılmış oldu.

Bilinçli olarak sosyal platformları ortalığı karıştırmak için çok etkin kullanan gruplar var. Bambaşka nedenlerle ortaya çıkmış platformları, kendimize göre bambaşka bir yöne doğru çevirmek konusunda üstümüze yoktur diye düşünüyorum. Kredi kartını taksit kart haline çevirmeyi başarabilen bu millet, sosyal platformları da çok etkili bir kışkırtma aracına çevirmeyi başardı. Zaten duyduğumuza inanmaya çok hazır bir millet olduğumuz için bu çabalar kısa sürede başarılı oluyor.

Bu tip ortamlarda herkesin sağduyulu davranıp ortamı gerecek hareketlerden ve sözlerden kaçınması gerekirken, sevgili İçişleri Bakanımız çıkıyor ve “şiddet misli ile karşılık görecektir” diyor. Bu ne kadar talihsiz bir açıklamadır? “Etrafı yakıp, yıkanlar cezalarını çekecektir” dersin, kimsenin de buna söyleyecek bir sözü olmaz ama bir dış düşmandan bahsedermiş gibi yorumlar yapılması büyük talihsizlik olmuş.
2014 yılında Diyarbakır gibi bilmem kaç milyon nüfuslu bir şehirde sokağa çıkma yasağı ilan ediliyor. Daha fazla olayların büyümemesi açısından umarım herkes bu yasağa uyar ama uymazlarsa ne olacak? Milyonlarca insanı gözaltına mı alacaksınız?

Bakanın sözleri yersiz olmuş ama doğru dürüst eylem yapmayı bilmediğimiz de bir gerçek. Sokaklara çıkıp haklı olduğun davanı anlatmaya çalışmakla, etrafı yakıp, yıkmak arasında dünyalar kadar fark var. Bildiğimiz tek eylem şekli bankaları, öğrenci yurtlarını, okulları ve otobüsleri yakmak mıdır? Bu fakir milletin paralarına yazık değil mi? Yıllarca büyük paralar harcanarak alınan veya inşa edilen şeyleri yakmak, hiçbir eylemi haklı çıkaramaz. Gündemde olması gereken konudan çok yaşanan kırıp dökmeler, yakmalar konuşulur.

Türkiye zor günlerden geçiyor. İçeride ve dışarıda günlerimizin daha da zor hale gelmesini isteyen ve ellerini ovuşturarak bekleyen odaklar var. Irkımız, dinimiz, mezhebimiz, geçmişimiz ne olursa olsun bugün birlik beraberlik günüdür. Benim gibi düşünmüyor diye sağa sola saldırmak sadece ellerini ovuşturanların ekmeğine yağ sürer. Elbirliği ile bu ülkeyi zora sokarsak, sonra hiçbirimiz bunun altından kalkamayız.

Bir gün bu topraklarda da barışçıl eylemler yapılabileceğini görmeyi çok istiyorum. İnanın, saldırmadan da çok etkili eylemler yapılabilir…
Allah, ülkemizin de, zorda kalmış herkesin de yardımcısı olsun…

4 Ekim 2014 Cumartesi

Neden Böyle Oldu?

Neden böyle oldu? Neden çok rahat kazanmamız gereken bir maçı kaybettik?

Aslında şu anda daha maç bitmedi. 8 sayı gerideyiz ve daha 6 dakika var ama ben bir umut görmediğim için şimdiden içeri geldim ve neden böyle olduğuna naçizane kendimce bir yorum getirmek istiyorum. Ben bu yazıyı yazana kadar maçı da kazanabiliriz ama sonuç gerçekleri değiştirmez.
En büyük neden, Fenerbahçe Ülker seyircisinin uyuyor olması. Fenerin her maçında olduğu gibi milli maçlarda da uyuyorlar. Oraya gelen rakip takımlar hiçbir zaman üzerlerinde bir seyirci baskısı hissetmiyorlar. Zannedersin ki opera seyretmeye gelmişler. Bu maçlar Abdi İpekçi veya Sinan Erdem’de oynansaydı sonuçlar çok farklı olurdu.

İkinci en büyük neden Birsel Vardarlı ve Işıl Alben. Türkiye’nin en iyi iki oyun kurucusu takımı bitirdi. Çak yavaş oynayıp hiçbir yaratıcı hamle yapamadıkları gibi topla çok fazla oynayıp hücumların ritmini bozuyorlar. Turnuva boyunca en az 50 kere 24 saniye süresi bitmeden top kullanamadık. Kaçırdıkları turnikelerin haddi hesabı yok. Çok kritik anlarda dünya kadar serbest atış da kaçırdılar ve uzaktan şutlarının çoğu girmedi.

Üçüncü neden rahat ve umursamaz tavırlarımızdan dolayı yaptığımız bireysel hatalar ve top kayıpları. Bu seviyelerde artık kimse bu tip hatalar yapmıyor.

Üzülüyoruz zira bu turnuvada finali görmemiz gerekiyordu ama olmadı. Bu tip turnuvaların hem fiziksel, hem de psikolojik yanını iyi oynuyor olabilmek gerekiyor. Biz ikisini de iyi oynayamadık ve iyi bir turnuva geçirdiğimizi düşünmüyorum.

Zaten bu işlerin tadı da kaçtı gibi. Türkiye – İspanya milli takımları maça çıkıyor ve maç başlarken hava atışına çıkan iki oyuncu da Amerikalı.

Bu topraklarda adet olduğu şekilde, artık önümüzdeki maçlara bakacağız diyerek turnuvayı noktalayalım…

2 Ekim 2014 Perşembe

Koyun Pazarlığı...

Günaydın dostlar.

Umarım herkesin keyfi yerindedir…

Kurban Bayramına sayılı günler kala gözümün önüne insanların dakikalarca el sıkışarak yaptıkları koyun pazarlıkları geldi. Aslında ben kuralı da bilmiyorum. Bu şekilde el sıkışmaya başladığın zaman sonunda muhakkak anlaşman mı gerekiyor, yoksa vazgeçtim deyip elini çekebiliyor musun?
Hatırlayacaksınız geçen haftaki yazımızda insanlar satınalma işini pazarlıktan ibaret zannediyorlar demiştik. Tabi ki biz gerçeğin öyle olmadığını, bu işin sipariş geçiminden, faturaların ödenmesine kadar (procure to pay) çok uzun bir süreç olduğunu biliyoruz. Pazarlık diye adlandırılan süreç de bu işin çok kısa bir parçasıdır. İşi sadece pazarlıktan ibaretmiş  gibi görmek satınalmacılara yapılan en büyük haksızlıktır.


Peki, hiç mi pazarlık etmeyeceğiz?

İsterseniz bu sürece bizler pazarlık demeyelim. Tabi ki bir fiyat görüşmesi olacaktır. Firma bir fiyat verecek, siz "Hayatta olmaz çok yüksek" diyeceksiniz ve bu süreç bir taraf pes edene kadar sürüp gidecek.

Arkadaşlar, modern dünyada artık böyle bir süreç kalmadı. Hedefimiz bu ülkede dünya çapında satınalma yapılması ise, bizler de bu hedefe ulaşmak için çaba harcamalıyız. Pazarlık sürecini “Salı Pazarı Pazarlığı” olmaktan çıkarıp “Akıllı, Bilgili Fiyat Görüşmesi” haline getirmeliyiz. Bunu yapabilmek için de fiyat görüşmesi yaptığımız konuya her detayıyla hakim olmamız gerekiyor.
Nasıl mı? Çok basit değil. Bunu ancak konu ile ilgili pazar bilgilerini takip ederek ve değişen pazar koşullarına hakim olarak yapabiliriz. İsterseniz bunu herkesin alım listesinde olduğunu tahmin ettiğim bir örnekle açıklayalım.
Çarşıda, pazarda kullanılan raflardan (stand, rack) aldığımızı varsayalım. Bu rafında bir kısmı metal bir kısmı plastik olsun. Bu konu ile ilgili bilgili fiyat görüşmesi yapabilmek için, rafın yapımında kullanılan metalin, ve plastiğin tam olarak ne olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bu raf yapılırken bu malzemelerden ne kadar kullanılıyor?

Tedarikçilerin tedarikçilerini takip etmek her zaman çok geçerli bir yöntemdir. Bu malzemelerin fiyatlarını sürekli olarak takip etmemiz gerekir. Her malzeme fiyatını takip etmek LME’de fiyat takip etmek kadar kolay olmayabilir. Araştırma yapmak ve gerekirse bu konuda tedarikçilerden bilgi almamız gerekebilir. Malzeme fiyatlarını sorduğunuzda bakalım her tedarikçi aynı fiyatlarımı veriyor. Bazı malzeme tedarikçileri fiyatlarını kendi web sitelerinden yayınlayabiliyorlar.

Metalin ve plastiğin cinsini öğrendikten sonra bunların nerelerden alındığını öğrenmemiz lazım. Tekel durumu mu var, yoksa birçok tedarikçimi var konusu, öğrenmemiz gereken konuların başında gelir. Tedarikçilerinizle her buluştuğunuzda muhakkak ve muhakkak 5-10 dakika pazar sohbeti yapın. En iyi bilgiler bu zamanlarda veya akşam yemeklerinde öğrenilir. Her tedarikçiden karşılaştığınız her ortamda bilgi almaya çalışın. Unutmayın onların tek konusu bu ve bu işletme sayesinde ekmek yiyorlar.

Rafın neresine kadar bu takibi yapmalıyız? 80-20 kuralı her zaman geçerlidir. Vidaların fiyatını takip etmeye çalışmanın bir anlamı yok ama maliyeti oluşturan unsurların %70-%80’ini takip etmemiz gerekir.

Tabi ki birde işçilik ve nakliye konusu var. Fiyatın ne kadarının işçilik olduğunu öğrenmemiz ve bunu çeşitli tedarikçilerden gelen bilgilerle mukayese etmemiz gerekir. Her pazarlıkta bunları sorup not edip, kolayca ulaşılabilir bir şekilde saklamamız gerekir.
Bu coğrafyada hiçbir tedarikçi size tam ve doğru bilgi vermek istemez. Sürekli olarak bilgi tutup, değişen pazar koşullarına göre güncellememiz gerekir. Örnek olarak mazota gelen zam bizim nakliye fiyatlarımızı birim başına kaç TL etkiliyor?

Fiyat görüşmesi önemli bir süreçtir ama artık bilgili görüşmeler yapma zamanıdır. Tedarikçilerin karşısına bütün pazar bilgilerine hakim olarak çıkmamız gerekir. Dünya çapında satınalma yapan şirketlerin en büyük özelliklerinden biri, bilgili fiyat görüşmesidir.
Unutmayın bizim grubumuzun nihai hedefi bu ülkeyi örnek satınalma yapan bir ülke haline getirmek.

Herkesin haftası ve bayram tatili çok güzel geçsin…