31 Mayıs 2015 Pazar

Mira Beylice...

Günaydın dostlar.

Birkaç gündür öküz gibi şişmiş bir boğaz ve öksürük krizleri ile evde olduğum için seyretmediğim dizi kalmadı. Baştan sona seyretmesem de birçoğu ile ilgili epeyce bir fikrim oluştu.
Bu sabahın konusu son zamanların güzel ve çekici kızı Serenay Sarıkaya’nın canlandırdığı Mira Beylice karakteri. Oturup da size diziyi anlatmayacağım. Hepiniz zaten biliyorsunuzdur, ya da duymuşsunuzdur.


Bu ülkede 50 senedir izlediğimiz zengin kız, fakir oğlan teması bu dizide de var. Bir de Mira’nın erkek arkadaşını oynayan Yaman var. Dar gelirli bir mahallede yaşayan Yaman, nasıl oluyorsa bir gün Mira’ların zenginler sitesinde, yan komşuda yaşamaya başlıyor ve bunların arasında bir aşk başlıyor.

Yaman’ın öküzcük halleri, her zengin kızı gibi Mira’ya da cazip geliyor ve paralı erkek arkadaşını sepetleyerek Yaman’la aşk yaşamaya başlıyor. Ailenin bütün itirazlarına rağmen bu aşk filizleniyor ve 29 Mayıs 2015 tarihinde, tam da gününde, İstanbul’un fetih yıldönümünde sahilde sade bir düğün töreni ile evleniyorlar.

Evleniyorlar evlenmesine ama Mira hasta. Beyninde bir takım sorunlar var ve ölüm tehlikesi olan bir ameliyat olması gerekiyor. Hatta evliliği de o yüzden öne alıyorlar. “Ameliyatta ölürüm kalırım, ne olacağı belli olmaz, ameliyat olmadan evvel evlenmek istiyorum” diye tutturunca aile de bir şey diyemiyor ve bizim Mira ameliyattan evvel Yaman’ın karısı oluyor.

Yapılan reklamlara göre, dizi 12 Haziran akşamı sona eriyor. Her türlü sakat konu aklına gelen Emin diyor ki, “Bu ülke Çakır’ın ölmesinden beri güzel bir dizi depresyonu yaşayamadı. Dizi de ölen biri için ülkenin yarısının günlerce ağladığı günler çok gerilerde kaldı. İster misiniz bunlar şimdi ameliyatta Mira’yı öldürsünler?”

Türkiye yıllarca, sabırla bunların evlenmesini bekledi. Şimdi tam evlenmişken tutar da Mira’yı öldürürlerse bütün ülke, hatta Orta Doğu ve Balkanlar üzüntüden yataklara düşer. Benim annem bile bir hafta ağlar. Bir anda 7 Haziran’daki seçim sonuçlarını bırakır Mira’nın acıklı ölümünü konuşmaya başlarız. "Keşke Emine Ülker Tarhan oyları bölmeseydi" sohbetlerinin yerini, Mira’nın hastalığı konusu alır. Hatta insanlar, “Keşke çok beklemeden geçen sene ameliyatını olsaydı, hastalık ilerledi tabii” gibi yorumlar bile yaparlar.
Biz salya sümük ağlarken, Mira da Kanarya Adaları'nda tatil yapıyor olur. Bir yandan da internetten bağlanıp banka hesaplarını kontrol eder.
Zamanlama çok uygun görünüyor. Hem trafolara giren kediler konusunu kapatmak, hem de ülkeye uzun zamandır yaşamadığı bir dizi üzüntüsü yaşatmak için Mira gidebilir. Zaten mutsuzlukta tavan yapmış bir ülke için, bir de Mira’nın ölümü eksikti. Vallahi yerlerde sürünürüz.

Naçizane benim tahminim bu yönde. Başına bir iş gelmezse mutlu oluruz ama son zamanlarda dizilerin hiçbirinden şöyle bütün ülkeyi yerlerde süründürecek kadar çok acıklı bir bitiş duymadığımız için, sanki artık zamanı geldi gibi hissediyorum.

Mira ölürse üzülmeyin. O sadece bir dizi.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

30 Mayıs 2015 Cumartesi

No Message...


I am looking for you everywhere…
 
On crowded empty strees, in the noise of silence, in the darkness of calm blue waters, in the lyrics of the songs we used to listen to together, on empty walls with full of your pictures, at the bottom of the wine bottles, at the rims of the large wine glasses, everytime light goes on on my phone screen, in the burning heat of the cold winter days, everytime the door bell rings, in every face I see, everywhere, all the time I am looking for you.

Don’t you know, how much I miss you?

Not even a single little message from you!

You’re wrong, my brother…
There is a message…

28 Mayıs 2015 Perşembe

Doğu...

Günaydın dostlar.

Survivor’dan kurtuluş yok. Salı akşamı kanallarla oynarken yine karşıma Survivor çıktı. Haftanın her akşamı 4-5 saat yayında olan bir program olabilir mi?
Tam ben kanalı çevirdiğimde yarışmacılar Doğukan Manço’ya kızıyorlardı. Bir oyun kaybedilmiş ve sebebi de Doğukan’ın top atmaktaki beceriksizliğiymiş. O yüzden de “Senin bu yarışmada ne işin var?” diyerek çocuğa söylemediklerini bırakmadılar. Düzgün yetiştirilmiş ve terbiyeli bir çocuk olan Doğukan, söylenenlerin hiçbirine cevap vermedi.


Kimse alınmasın ama Bahçelievler’de sokaklarda büyürken top atmayı beceremeyen çocuklara, “Kız gibi atma ulan” diye bağırırdık. Tamam, Doğukan çok iyi bir çocuk ama top atabilme becerisi de tam bir kız çocuğu gibi. Yarışmadaki kızlar onun yanında hepsi ayrı birer canavar.

2 sene evvel katıldığı yarışmada da durum Doğukan için daha farklı değildi. O zaman da topları atamıyordu, bu sene de atamıyor. Bu yarışmada bu tip durumlarla karşılaşacağını bile bile kendini bir gram geliştirmeden aynı beceriksizlikle gelmiş adaya. Kardeşim, insan bu duruma biraz çalışır da gelir.

İşin kolayını da bulmuş, daha parkuru görür görmez hemen “Bu yarışma da top atma işi var, ben başarılı olamam” deyip çıkıyor işin içinden. Doğukan kardeşim, orası herkese göre bir yer değil. Bu yarışma zor bir yarışma. Kendine bu kadar güvenmiyorsan ve hiçbir hırsın yoksa orada ne işin var. Her gün marangozculuk oynayacağına iki top atmaya çalış.
“Biraz çalıştım başarılı olamıyorum” diye bir yorum yaptı. Başarılı olamadıysan çalışmayı bırakman mı gerekiyor, yoksa daha çok çalışman mı gerekiyor? Hayatta hiçbir şey o kadar kolay değil. Elde edilen her şey uzun çalışmalar ve uzun uğraşlar sonunda elde ediliyor.
“Doğukan ister çalışsın, ister çalışmasın” diyebiliriz ama ne yazık ki hayat öyle dönmüyor. Kendini geliştirmek için uğraşmayan insanlar takımlarını da aşağıya çekiyor. Canavar gibi koşuyor, herkesten önce geliyor ama top atma yönünü bir gram geliştirmediği için sürekli olarak takımının oyunları kaybetmesine ve aç kalmasına neden oluyor.

Bu kadar yazdıktan sonra, bu sabahki amacımın Doğukan’ın beceriksizliğini irdelemek olmadığını söylersem, bana çok kızar mısınız? Doğukan ne yaparsa yapsın hiç fark etmez. 4-5 hafta sonra normal hayatına geri dönecek.

Onun adadaki yaşamını ve kendini geliştirmeyerek nasıl kendine ve takımına zarar verdiğini görerek hepimiz bu yaşananlardan bir ders çıkarmalıyız.
Hayatın içinde veya iş dünyasında kendi parametrelerini kendin belirleyemiyorsun.  “Ben çok iyi koşarım, top atmayı beceremesem de olur” demekle bu işler olmuyor. "Top atma" konusu her dakika senin karşına çıkıyor.

“Benim insan ilişkilerim çok iyi, çok da çalışkanım, o yüzden İngilizce öğrenmesem de olur” dediğin zaman her yarışmada İngilizce konusu karşına çıkıyor. Birini müdür yapacakları zaman seni değil, topu daha iyi atabileni yapıyorlar.
Çalışma arkadaşlarıma sık sık söylediğim bir söz vardı. “Kendinizi geliştirmek için hiçbir zaman geç kaldığınızı düşünmeyin”. Bugün başla ve bir milim yol al ama başla. Yarın bugünkü durumundan bir milim daha ileride ol.

Günümüzde artık hayatın her parametresi ayrı bir yarış. Her yarışın da kendine özgü kuralları ve gereklilikleri var. Bu parametrelerin hepsinde her fırsatta kendimizi geliştirmemiz gerekiyor. Evde patates gibi koltukta yatarak bir yere varamayız. Kıçınızı kaldırın, eksiklerinizi giderin.
Diplomanız mı yok, sunum mu hazırlayamıyorsunuz, İngilizceniz mi yetersiz eksikleriniz her ne yönde ise o yöne doğru gitmeniz şart. Başka bir yöne doğru giderseniz eksikler çuvalınızı da bir ömür boyu sırtınızda taşırsınız.

Şans bugün kapıyı çalar ama gittiği zaman bir daha ne zaman geleceği hiç belli olmaz.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

26 Mayıs 2015 Salı

Yüz Verdik Kargaya...

Günaydın dostlar.

Yıllardır bu evde otururum ama bugüne kadar herhangi bir kuşun gelip de balkona konduğunu hiç görmemiştim. 10 gün kadar önce sakin bir akşamüstünde karganın biri bir anda gelip balkonun açık camlarından birinin çerçevesine kondu.
Bir müddet karga bana baktı, ben kargaya baktım. Sonra Allah’ın cezası sesiyle bağırmaya başladı. Ben onun bağırmalarını, “Bana dokunma, tepemi de attırma biraz kalıp gideceğim” şeklinde anladım.



Karşılıklı birbirimizi anladığımızı düşünerek ben de bir şey yapmadım. “Hemen gideceğim” dedi ama epeyce uzun oturdu. Oradan önüne gelen her kuşa ve bana bağırdı çağırdı ve sonunda gitti.
Ben de “Aferin ulan kargaya, sözünün eriymiş. Biraz geç oldu ama sonun da gitti” diye düşündüm kendi kendime.

Bir gün sonra bizim karga yine geldi ve aynı yere kondu. Bu sefer bana bakmadı bile. Söylendi söylendi gitti. Bu gelip gitmeler 3-4 gün boyunca devam etti. Hatta son zamanlarda günde 2-3 ziyarete kadar çıkmıştı. Orada durup önünden geçen herkesi haşlamak hoşuna gidiyordu.
Karganın konduğu yerin hemen yarım metre kadar yanında klimanın dış ünitesi duruyor. Bizim karga bir gün aniden onun üstüne zıplayıverdi. Bir anda ben de ne olduğumu şaşırdım ve “oha” diyebildim. Zıpladığı yerden ters ters bana bakıyordu, bakalım bir şey diyecek mi diye. Suratında öyle bir ifade var ki, “Bir şey de de s….. ağzına” gibi bakıyor. "Aman ne olacak ha camın kenarı, ha klimanın üstü ne fark eder ki?" dedim.
Aslında çok şey fark ediyor. Camın kenarındayken halen içeri tam olarak girmemiş sayılıyor ama klimanın üstü balkonun içi. İki noktanın birbirinden çok farklı statüleri var. Noktaların bir tanesi sınır kapısı ama diğeri için vize gerekiyor.

Cam ile klima arasında hoplama zıplama işi de birkaç gün sürdükten sonra, bizim karga bir gün aniden yere sıçradı ve balkon kapısından salona doğru başını uzatıp bakmaya başladı. “Ebenin …… artık” diye bağırdığımı hatırlıyorum ama çok da korkutursam içeri doğru kaçacak, ondan sonra uğraş dur. Kargaya Sheltox da sıkılmaz ki.

Ben en iyisi biraz kapının önünden çekilmesini bekleyeyim dedim ama karga da şeytan gibi akıllı. Anladı benim derdimi, kıçını kıpırdatmıyor. Kıllanmasın diye kargaya bakmıyorum bile ama onun hiç umurunda değil.

Dakikalarca balkon kapısının önünde bana söylemediğini bırakmadı. Özet olarak, “Sen bu kapıdan nah içeri girersin” diyor.

Allah’ın hikmeti (nasıl oldu ben de bilmiyorum ama) içeriden bir ses geldi. Sesi duyunca bizimki 3-5 adım sağa doğru atmak zorunda kaldı. Gayet laubali adımlar. Öyle korkup kaçmak filan karganın sözlüğünde bile yok.
Kapıyı garantiye alınca da bu sefer ben kargaya bağırmaya başladım. Neler söylediğimi şimdi burada paylaşmayayım sonra tepki alıyorum ama artık gitsen iyi olur anlamına gelebilecek sözlerdi.

Karga gitti. İki gündür de ortada yok. Tamamen bozulup gitti mi, yoksa bir daha gelecek mi merak ediyorum. İnsanoğlunun doğasında bir kere daha denemek vardır ama kargaların doğasında var mı bilmiyorum.
Konu ister kargalar olsun, ister insanlar. “Elini veren kolunu kaptırır” sözü boşuna söylenmemiş. Balkonunuza kimin konmasına izin verdiğinize çok dikkat edin, Allah korusun iki gün sonra salona girmeye çalışırlar.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

24 Mayıs 2015 Pazar

Beni Rahatsız Etmeyin...

Günaydın dostlar.

Mevcut hükümetin en büyük icraatı nedir?
Firmaların telefon, e-mail veya sms yoluyla bizleri rahatsız etmelerinin yasaklanması bence bu hükümetin en büyük icraatıdır. Ben şahsen bankalardan, mağazalardan, paralı kanallardan ve diğer yerlerden gelen telefon aramalarından bıkmış usanmıştım ve son zamanlarda hepsini tersliyordum.

1 Mayıs 2015 tarihinden sonra bu tip aramalar yasaklandı ve arama yapmaya veya e-mail göndermeye devam eden firmalara büyük cezalar uygulanacağı çok açık olarak belirtildi.
 
Bu durumun tek bir istisnası vardı, tüketicilerden izin almak. Bu nedenle de 1 Mayıs 2015 tarihi yaklaştıkça firmalar defalarca arayarak veya yazarak izin alma teşebbüsünde bulundular. Bu işlerden bıkmış usanmış bir insan olarak ben kendi adıma hiçbirine izin vermedim.
Gerçekten de 1 Mayıs tarihinden sonra gelen arama sayısında bir düşüş yaşandı ama bitmedi. Halen yazan, çizen arayan firmalar, bankalar var. “Ben size izin vermedim ki neden arıyorsunuz?” dediğimde, “Siz baştan sözleşme imzalarken bu durumu kabul ettiniz” diye cevap verdiler.

Hepinizin de bildiği gibi birçok yerde önümüze okumamız mümkün olmayan sözleşmeler konuyor ve biz de işlemimizin yürümesi açısından mecburen imzalıyoruz. Bankalarda, Özel Okullarda, Digütürk, D-Smart gibi kanallarda, Mağaza Kartlarında ve daha bir sürü işletme de bu sözleşmeleri imzalıyoruz ve içlerindeki bütün maddeleri kabul etmiş oluyoruz.

Bazı uyanık işletmeler baştan zaten sözleşmelerinin içine bu maddeyi koymuşlar. Bugüne kadar bunu düşünememiş olanlarda ilk fırsatta bu durumu sözleşmelerine ekleyeceklerdir. Sen de gidip ev kredisi almak için imza attığında bu durumu otomatik olarak kabullenmiş olacaksın.
Geçen gün Migros’tan gelen bir e-mail üzerine, “Bana artık e-mail yollamayın” kutucuğunu tıklayarak cevap verdiğimde, “Migros kartınızı mı kapatmak istiyorsunuz?” diye yanıt geldi. Kartımı kapatmak istemiyorum, sadece bu gereksiz e-mailleri almak istemiyorum ama adamlar öyle bir ayarlamışlar ki hemen “Hesabını mı kapatacaksın?” diye soruyor…
Bizim ülkede kanunlar çıkar ama bir türlü amacına ulaşamaz. “İnsanları istemedikleri takdirde arayıp rahatsız etme” dersin, bu maddeyi sözleşmeye koyarlar; “Kapalı alanda sigara içmek yasak” dersin hemen çatıyı açılır kapanır bir sistem haline getirirler. Anlayacağınız bu topraklarda çareler tükenmez.

Bu tip numaraları akıllı telefonlarınızda bloklama şansınız da var ama bunu yapınca da kırk yılda bir gerekli bir şey için ararlarsa, bu seferde size ulaşamazlar.

Sistem ne yaparsa yapsın, yaratıcı topraklarda insanlar muhakkak bir çaresini bulur.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

22 Mayıs 2015 Cuma

Yetki Bende Olsa...

Günaydın dostlar.

Yetki bende olsa ilk kovacağım isim Aziz Yıldırım olurdu. Ortalığı kutuplaştıran, her şeyi ben bilirim düşüncesindeki kibirli insanlardan bıktık usandık artık. Memleket “Fenerbahçe’yi sevenler” ve “Fenerbahçe’den nefret edenler” olmak üzere ikiye bölündü. Orta sınıf diye bir şey kalmadı. Aziz amca, zaten 10-12 yıl kadar önce sen “Ben artık gideceğim, sağlık sorunlarım var” dememiş miydin? Ne oldu? Fenerbahçe ile uğraşırken sağlık sorunların düzeldi mi? Fenerbahçe aşkı da bir yere kadar. Ben artık Fenerbahçe aşkın yüzünden yeteri kadar beton döktüğüne ve gidip evde dinlenme zamanının geldiğine inanıyorum. Al kocaman bir televizyon ve maçları evinde huzur içinde seyret. Yaptığın bütün hizmetlerin için sana çok teşekkür ediyoruz.
 
İkinci sırada kim var? Tabi ki İsmail Kartal. İyi niyetli ve çalışkan olmak büyük bir takım için yeterli olmuyor. Yarın dünyanın sonu gelecekmiş gibi korku içinde bakan bir teknik adamın ekibinden saygı görüp başarıya ulaşması imkânsız bir durumdur. Her ne kadar aralarında tek bir basamak varmış gibi görünse de ikinci adam olmakla birinci adam olmak arasında dünyalar kadar fark vardır.
Sırada Fenerbahçe nefretine en büyük katkıda bulunanlardan bir isim daha var. Emre Belezoğlu. Şirket benim olsa savunmasını dahi almadan yollarım. Neyse tazminatı öderiz. Ayaklarından çok ağzı çalışan insanlar ortalığı germekten başka bir işe yaramıyorlar. Sürekli sakat olan ama maşallah ona buna bağırma enerjisinden hiçbir devirde bir şey kaybetmeyen bu arkadaş sürekli olarak saha dışında böyle bir insan olmadığını söylüyor. Katılıyorum sana güzel kardeşim, bence de saha dışında kal.

Doğru tahmin ettiniz. Sıra da, Fenerbahçe nefretinin yayılması konusunda çok başarılı çalışmalar yapan Volkan Demirel var. Her sezon 3-5 hafta kadarlık bir süre boyunca neden sahada olduğunu unutan bu arkadaşımızın da artık başka bir yol çizme zamanıdır. Bu arkadaşı beklemekten Mert yaşlandı ve köreldi. Volkan emekli olana kadar, Mert çişini tutamayacak hale gelecek. Sevgili Volkan için artık ayrılma zamanıdır. Gidip evinde çimde kayma çalışmalarımı yapar, sitedeki çocuklara kalecilik mi öğretir artık ona kendi karar versin.

Her zaman ne kadar düzgün bir profesyonel olduğundan söz ettiğimiz Dick Kuyt bile. Sene sonunda sözleşmesinin yenilenmeyeceğini öğrenince kıçını kaldırmaz oldu. Herkesten beklerdik ama Kuyt’a bu durumu hiç yakıştıramadık. 3 senedir Türkiye’de ama daha çalım atarak 3 adam geçemedi. Hız desen zaten hiç yok ama tam çalışkan bir görev adamı. Yeni takımında başarılar dileriz.
20 dakika oynasın diye takımda tutulan bir diğer isimde Pierre Webo. 90 dakika oynadığı hiçbir maçta başarılı olamayan Webo yaşını doldurdu da, prim ödemeleri eksik diye düşünüyorum. Artık kendi yaşındaki insanlarla oynarsa takım da, kendi de rahatlar diye ümit ediyorum.

Bu isme belki şaşıracaksınız ama Caner Erkin’den de bıktım usandım kardeşim. Kabiliyeti bir çocuk ama laf dalaşına girmediği bir tek bizim sokağın esnafı kaldı. Aralıksız konuşan ve her maçta takımı eksik bırakma riski olan bir insan. Sürekli itiraz halinde olan bir insan olabilir mi? Her zaman mı sen haklısın kardeşim. Gördüğü bütün kartları fazla konuşması yüzünden gördü. Bir Allah’ın kulu da çıkıp ta bu arkadaşa “Caner yeter artık, her önüne gelene laf yetiştirip durma” diyemiyor mu? Görünen o ki, yıllardır bu işi yaptığına göre kimse bir şey diyemiyor.

Selçuk Şahin hakkında da bir iki kelime etmeden olmaz. İyi niyetli ve çalışkan bir arkadaş ama artık bu yolunda bir sonu olmalı. Kimsenin kıçını kaldırmadığı antrenmanlarda bu arkadaş çalışkanlığı ile her dönem dikkat çekiyor ama daha fazla bir kapasitesi yok. Antrenmanlarda çok iyiyse, orada oynamaya devam etsin.

Son sözüm de Mehmet Topuz için. İki takımı birbirine düşmesine neden olan Fenerbahçe transfer tarihinin en büyük fiyaskolarından bir tanesidir. Yıllardır yiyip içip oturmaktan sağlığı da bozuldu. Kilosu 130 olmadan, Allah korusun başına bir iş gelmeden artık kendine sağlıklı bir yol çizmeli. Kulübede oturmaktan sıraları eskitti. Yeni yaşamında ona da başarılar diliyorum.
Diyeceksiniz ki, “Milos Krasic’i neden yazmadın?”. O zaten yok ki. Nesini yazayım?

Yukarıda sözü geçen tüm amcaların hepsinin 30 yaşının üzerinde olduğunu da ayrıca belirtmek isterim. Futbol takımı mı, düşkünler yurdu mu belli değil.
Tam bu işlerin hepsini tamamlamış yeni takımı kurmak üzereydim ki saat çaldı. Bu işlerin sabah sabah Emin’in yazdığı kadar kolay olmadığını da çok iyi bilenlerdenim ama yine de elimde yetki olsa gönlümden geçen budur.

Bu hayırlı Cuma gününde her şey istediğinizden de daha güzel olsun.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

20 Mayıs 2015 Çarşamba

Ne Kadar Salakmışım

Günaydın Dostlar,

Bir şeyi ölümcül önemli görüp de üç ey ay sonra kendinize “Ne kadar salakmışım?” dediğiniz hiç oldu mu? Düşünüyorum da herkes muhakkak bu tip durumlar yaşamıştır.
Benim aklıma ilk gelen örnek Amerika’ya ilk gittiğimiz yıllarda ettiğimiz kavgalardır. Kendimizi sık sık kültür farklılığından ve lisan eksikliğinden kaynaklanan münakaşaların ve kavgaların içinde bulurduk. Kavga çıkmayan bar, restoran, disko kalmamıştı. Şimdi düşünüyorum da ne kadar salakmışız?


Yaşlandıkça insanların hoşgörüleri artıyor, kavga etme arzuları azalıyor. Bu ikisi arasında ters bir orantı var. Delikanlılık yıllarında kendimizi içinde bulduğumuz durumlara bir bakıyorum da "Ne kadar salakmışız?" demeden edemiyorum.

Lise yıllarında sürekli sigara içerdik ve niye içtiğimizi de bilmezdik. Yok yok Saruhan’ın kabahati değil, her şeyi de Saruhan’a yükleyemeyiz. Tamamen kendi öz irademizle içerdik. Muhtemelen herkes içiyor diye içiyorduk diye düşünüyorum. Kim bilir belki de sigara içmek havalı bir şeydi o günlerde. Sağdan soldan Amerikan sigarası bulacağız diye kıçımızı yırtardık. Ne kadar salakmışız…

Çocukluk yıllarımda trenlere bayılırdım ama onlara halen bayılıyorum. O yüzen istasyonlarda trenleri seyrettiğim için “ne kadar salakmışım” diyemeyeceğim…

Tabi ki en özel durumlardan biri de Fenerbahçe’dir. Okul yıllarında Fenerbahçe maçına gitmek için yaptıklarımı ve girdiğim riskleri düşünüyorum da, ne kadar fazla şansımı zorlamışım. Sanki Fenerbahçe babamın takımı gibi davranırdım. Milletin umurunda değilken benim için en önemli parametrelerden biri Fenerbahçe’ydi. Ne kadar salakmışım…

Tabi ki yine Fenerbahçe’yi takip ediyorum ama artık hayatımın en önemli parametrelerinden biri değil. Hem de hiç değil. Kazanırsa mutlu oluyorum hepsi o kadar. Neden mi? Çünkü artık bu konuda eskisi kadar salak değilim de ondan.
Okul demişken sınavlar aklıma geldi. Sınavda en basit soruyu yapamayıp, sınav bittikten sonra nasıl yapıldığını öğrenince, “ne kadar salağım ya” diye dövünüp dururuz.

Bakkala gidip alışveriş yapıp, asıl almaya gittiğimiz şeyi almadan geri dönmekte ayrı bir salaklıktır. “Kek yapmak için her şeyi almışım ama un almayı unutmuşum ne kadar salağım".

Birçok konuda bu hisleri yaşarız ama asıl “ne salakmışım” durumunun yaşandığı yerler gönül işleridir. Verirsin kalbini birine, sonra da o olmadan asla yaşayamam zannedersin. O kişi artık senin için ekmek, su, hava gibidir. Onsuz nefes bile alamaz, başka da bir şey düşünemezsin. Zamanla ayrılıklar olur ve her şey unutulur, sonra da kendi kendine “ne kadar salakmışım” dersin. Bu insanın nesini beğenmiştim diye, kendin de şaşar kalırsın.

O, çok sevdiğini zannettiğin insanlar, yaptıklarıyla zaman için de kendini salak gibi hissetmene neden olurlar. Zaten aşk ile salaklık arasında da muhakkak bir korelasyon vardır diye düşünüyorum. Hangisi hangisinden besleniyor bilmiyorum ama insanın normal yaşam parametrelerini etkiledikleri kesin. Babam eskiden, “Allah insanı aşık etmeden önce aklını başından alırmış” derdi. Bu sözde ne kadar doğruluk payı var bilmiyorum ama çok da yanlış bir laf olmadığı kesin.
Salak gibi hissetmek hayatın bir parçası ve tecrübenin bir parametresidir. Önemli olan konu, aynı şeyler yüzünden 6 ayda bir kendini salak gibi hissetmemektir. İnsanların 18 yaşından önce yılda 7 kere, 18 yaşından sonrada yılda 3 kere kendini salak gibi hissetme hakkı vardır. 50 yaşından sonra bu hak yılda 1’e düşüyor. Bu yaşa geldiğinizde her türlü salak gibi hissetme durumunu en az bir kere yaşamış olmanız gerekiyor.

Başkalarının salak gibi durumlarını görerek kendimizi bu durumlardan koruyamaz mıyız? Kesinlikle hayır. Herkesin salaklığı kendine özgü bir durumdur. Babadan oğula geçmiyor.
Hepimiz yıllık salaklık limitlerimizi aşmamaya çalışalım…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Ayarsız Kelimeler

Günaydın Dostlar,

Hiçbir şeyin bir ölçüsünün olmadığı topraklarda doğal olarak kelimelerin de bir ölçüsü, bir ayarı yok. Adam aklına gelen her şeyi söyleyebiliyor, kimse de “Bir dakika kardeşim sen ne diyorsun?” demiyor.
Yanlış anladınız, politikacılardan bahsetmiyorum. Onların ağızlarından çıkanlarla ilgili yorum yapmak beni aşar. O konuyu işin uzmanlarına bırakıyorum. Benim konum sokakta, çarşıda, pazarda gördüklerim.


Geçen sabah Ethem Efendi Caddesi’nde yürürken temizlik malzemeleri, plastik çamaşır leğenleri filan satan bir dükkânın tabelası dikkatimi çekti. Adam tutmuş tabelaya “Alış Veriş Merkezi” yazmış. “Yuh!” dedim içimden. Düşünüyorum da bu kelimelerin de bir standardı olmalı. Alışveriş merkezi olmanın parametreleri belirlenmeli ve her isteyen kapısına ben alışveriş merkeziyim, yazamamalı. Bir yerin alışveriş merkezi olabilmesi için bünyesinde en az on üç ayrı iş yeri olmalıdır gibi şartlar tanımlanmalı.

İki adım daha attım, bu sefer de yan sokaktaki bakkal amcanın tabelasına “Hipermarket” yazdığını gördüm. Oha be kardeşim. Süpermarket bile kesmemiş, amcamın gönlünden hipermarket yazmak gelmiş.

İnsanları ucuz bir şeyler sattıklarına inandırmak isteyenler de hemencecik “Outlet” yazıveriyorlar. Neyin outleti kardeşim? Tam olarak hangi markanın outletisin?

Biraz daha yürüyünce Muhittin Lojistik Şirketi’nin bütün yolu felç etmiş evden eve taşıma yapan kamyonuna rastladım. Bu adamcağız yıllardır bu semtlerde iki oğlu ve tek kamyonu ile evden eve taşıma yapan bir kişidir. Kamyonun brandasına “Lojistik Şirketi” yazmış. Yazamazsın diyen yok ki herkes istediğini yazıyor. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi lojistik şirketi olmanın şartları belirlenmeli ve her isteyen kamyonunun üzerine bunu yazamamalı.

Tabii şöyle de enteresan bir durum var. Bu adamcağızın en azından bir tane kamyonu var. Birçok lojistik şirketinde o bile yok.

Ara sokaktan bizim mahalleye doğru inerken yeni yapılmış güzel bir apartman gördüm ve üzerinde “Koru Sitesi” yazıyordu. Zannedersin ki sitenin içinde elli tane bina var. Sonuçta bir tane apartman yapılmış ve adına da site denilmiş. Güzel kardeşim bir yerin adını site koyacaksan en azından iki bina olsaydı bari.

Sonunda eve geldim ama bu sefer de benim apartmanın karşısındaki yeni bitmiş inşaatın tabelası dikkatimi çekti. Buradaki amca da adını “Çamlık Rezidans” koymuş. Neden mi? Canı öyle istemiş de ondan. Neden kırk yıllık apartman bir anda rezidans olmuş? Kimse yapamazsın kardeşim, demediği için. Bahçesindeki çam ağacı amcayı yoldan çıkartmış.
Aynen turistik işletmelerin yıldız sistemi gibi bu işler de tanımlanmalı diye düşünüyorum. Nasıl havuzu olmayan bir işletme “Ben beş yıldızlıyım.” diyemiyorsa bazı şartları yerine getirmeyen apartmanlar da “Ben rezidansım.” diyememeli.

Diyeceksiniz ki “Sabah sabah her dert bitti de bir bunlar mı kaldı?”. Çok haklısınız. Allah hepimize tek derdimizin bu konular olacağı günler göstersin.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

17 Mayıs 2015 Pazar

Final Four...

Günaydın dostlar.

Sizlerin de bildiği gibi Fenerbahçe erkek basketbol takımı tarihinde ilk defa Avrupa Basketbol Şampiyonasında Madrid’de organize edilen dörtlü finallere katılmaya hak kazandı.
Tabi ki çok mutlu olduk ama kazanır kazanmaz da hemen şampiyonluk istemeye başladık. Yıllardır bu finallerin kitabını yazmış ve de evinde oynayan Real Madrid takımına karşı bu hiç te kolay bir iş değildi ama yine de çıtayı hemen en yukarıya koyduk.


Fenerbahçe’nin oyuncu kalitesi olarak Real Madrid’den daha aşağıda bir takım olduğunu düşünmüyorum ama bu tip finallere katılma tecrübesi açısından çok gerideler. Bu gibi organizasyonlarda işin psikolojik boyutu sportif yönünün çok önüne geçiyor. Her yönüyle işin psikolojisini kaldırabilen takım kupayı alıp götürüyor.

Sadece oyunu oynamak değil, seyirciyi etkilemek te, hakemleri etkilemek te, medyayı etkilemek te bu paketin bir parçası. Real Madrid’in favori olduğunu biliyorduk ama takımın başında Obradovic gibi birinin olması da hepimizi yine de ümitlendiriyordu.

Tabi ki olmadı. İşin psikolojisini kaldıramayan Fenerbahçe ikinci çeyrekte 35 sayı yiyerek maçı başlamadan bitirdi. Ben bu sene takımın hiçbir maçta bir çeyrekte bu kadar sayı yediğini düşünmüyorum.

Yenilen ve final oynamaya hak kazanamayan takımlar bugün üçüncülük maçı yapacaklar. Benim de asıl vurgulamak istediğim konu da burada gizli. Böyle bir maçta Fener’de dâhil olmak üzere bizim takımlarımızın hiçbir şansları yok. Zaten ben de böyle bir maç kazandığımızı pek hatırlamıyorum.

Neden kaybediyoruz? Şampiyon olmaya odaklanmış takımlar, yenilip de üçüncülük maçı oynamaya mecbur kaldıkları zaman bir daha hayatta böyle bir maç için motive olamıyorlar. Obrdoviç’te kurt gibi zeki olduğu için geçen gün basın toplantısında “Bu maç bizim için çok ta önemli değil” deyiverdi. Neden? Zira o da biliyor takımın bugün bu işe motive olamayacağını.
Öyle veya böyle bugün bu üçüncülük maçı oynanacak ama Fener’in bu maçı kazanma şansı %5 bile değil. Muhtemelen 10-15 sayı fark yer. Avrupa üçüncüsü olsalar güzel olur ama bizim takımlarımız hiçbir zaman çok ta bir şey ifade etmeyen bir maç için hayatta kıçlarını yırtmazlar. Diyeceksiniz ki, “Takımlar yabancı oyuncularla dolu” ama siz hiç merak etmeyin onlar gelir gelmez bu işleri bizden çok daha iyi öğreniyorlar.
Bu işlerin hemen öyle bir anda olmadığını anlamamız gerekiyor. Son anda vaat edilen primlerle, şunla, bunla bu işler olmuyor. En başta Final Four kültürüne alışmamız gerekiyor.

Emin’in düşüncesi, bu maç Final Four maçı değil de normal bir Avrupa Ligi maçı olsaydı, Fenerbahçe’nin daha iyi bir oyun sergileyebileceği yönündedir. Aradaki fark ta işte bu tecrübe olayından kaynaklanıyor. Yapılan veya yapılmayan faulleri hakemlere gösterebilmek bile yaşanmışlıklarla öğrenilebilecek bir durum.

Bu sene için Final Four çok büyük bir başarıdır. Artık çıta epeyce yüksek bir yere konuldu. Şimdi zaman Fenerbahçe ve diğer takımlarımız için kendimizi her parametrede geliştirerek final oynama zamanıdır.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

16 Mayıs 2015 Cumartesi

Denizkızının Düş Yolları...

Günaydın dostlar.

Bu sabah size çok sevdiğim iki dostumdan söz etmek istiyorum. CCI’da yıllarca beraber çalıştığım iki arkadaşım, Deniz ve Özden. İkisinin de ortak özellikleri dünyayı gezmeyi çok sevmeleri ve bu gezilerdeki anılarını ve resimlerini Facebook ortamında paylaşıyor olmaları.
 
Dünyada gitmedik yer bırakmadılar. Bu iki cesur yürek dünyanın en tehlikeli coğrafyalarını bile babalarının evi gibi geziyorlar. Genelde tek başlarına geziyorlar ama son yaptıkları Latin Amerika seyahatine birlikte gittiler. Bu seyahatin bir diğer ilginç yanı da seyahatin Rusya’dan başlıyor olmasıydı. Nedenini bana sormayın, o kısmını kendileri açıklasınlar. Rusya’dan Nikaragua’ya ucuz bilet vardı herhalde.
Benim için işin en ilginç yanı da, gittikleri yerleri sanki o ülkenin vatandaşıymış gibi geziyor olmaları. Hatta o ülkenin vatandaşının bile cesaret edemeyeceği işler yapıyorlar. Gayet ucuz ve cesur bir şekilde geziyorlar. Sonuçta paraları yok mu? Tabi ki var.  İkisinin de tonla parası var ama amaçları bir ülkeye gidip, 5 yıldızlı otellerde kalıp, 3-5 yere gidip dönmek değil. O topraklardaki yaşamın bir parçası olmak istiyorlar.

En son yaptıkları Orta ve Güney Amerika seyahati süresince paylaştıkları her şeyi ilgi ile takip ettim ve bazı bulundukları ortamlardaki cesaretlerini de gerçekten takdir ettim. Öyle ortamlarda öyle minibüslerle veya insandan çok tavuğun olduğu otobüslerle seyahat ettiler ki, ben bile buradan korktum.

Tamamen karayolu ile tek tek sınırları geçerek Latin Amerika’nın bütün ülkelerini gezdiler. Dediğim gibi takip ettim ama bir araya gelip hiç konuşamadık. Bir gün bir rakı ortamında hikâyelerini dinlemek isterim.
Bilmiyorum kitap yazmayı düşünüyorlar mı ama çok ilginç ortamlarda ilgiyle izlenecek birçok şey yaşadıkları da kesin.

Bu sabah bu iki dostumdan bahsediyorum ama “arkadaşlar böyle bir şeyler yazıyorum” diye izinlerini de almış değilim. İyi niyetlerine ve samimiyetlerine güvenerek bu satırları sizlerle paylaştım.
Facebook ortamında bu seyahatlerle ilgili resimlerin, videoların ve diğer bilgilerin paylaşıldığı iki değişik sayfa var. Belki başka platformlarda da paylaşımları oluyordur ama ben bir tek Facebook ortamını biliyorum.

“Gezgin Denizkızı” ve “Özden’in Düş Yolları” sayfalarını takip edip, incelemenizi şiddetle tavsiye ederim. Bu seyahatler birçoğumuzun imkân bulup da yapamayacağı, cesaret edemeyeceği seyahatler olduğu için merak edenler bu sayfalardan bu ülkeler hakkında bir fikir edinebilirler.

Ben sayfalarından bir iki örnek resim paylaştım ama sayfaya girdiğinizde çok daha fazlasının (binlerce) olduğunu göreceksiniz.

Yaşlarını bilmiyorum ama ikisinin de emekli olduğunu tahmin ediyorum. Böyle bir arzudan ve böyle bir cesaretten dolayı sizleri kutluyorum.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

14 Mayıs 2015 Perşembe

Tek Başına

Günaydın Dostlar,

Sizlerin de bildiği gibi, sabah bilgisayarın başına oturduğumda aklıma ne konu gelirse o konuyu yazıyorum. Genelde durum böyle olmakla beraber,  bu sabah bir istisna oldu.
Sabah aklıma gelen konu, “Şarap Soğutucusu” idi ama daha sonra nasıl olduysa “Tek Başına” oluverdi. Tek başıma şarap içmeyi de sevmediğim düşünülürse nereden bu konuya döndüğümü ben de bilmiyorum. Bazı arkadaşlarım, oturup televizyonun karşısına tek başlarına içki içebilme işini çok güzel becerebiliyorlar ama ben de o kabiliyet yok.


Dün akşam televizyonda gördüğüm Soma’da tek başına kalmış 250 kadının ve 500 çocuğun bu durumda bir etkisi olduğu kesin. Böyle bir felaketten sonra deniz çekilip rüzgârlar dindiğinde gerçekten de tek başınasın.

Televizyon programında, “Çocuklar, tek başına yaşamak çok zor.” diye ağlayan yaşlı amca da beni etkilemiş olabilir.

Düşünüyorum da zaman zaman evde tek başıma kalmayı tercih etsem de genelde dışarılarda tek başıma bir şeyler yapmayı ben de çok sevmem. Mesela tek başıma bir restorana gidip, oturup yemek yediğimi düşünemiyorum. Babam tek başına dışarıya yemeğe gitmeye bayılırdı ama benim o yönüm hiç gelişmemiş.
Bazen restoranlarda tek başına yemek yiyen amcaları, teyzeleri görüyorum ve nasıl keyifle yediklerini görünce içimden “Aferin size.” diyorum. İçkisiyle, yemeğiyle, tatlısıyla o kadar güzel yiyorlar ki çok keyif aldıkları çok net olarak belli oluyor.
Tek başıma bir yerlerde yemek yemişsem ya iş seyahatindeyimdir ya da bir yerden bir yere giderken “Hemen şurada çabucak bir şeyler yiyeyim.” diye düşünerek restoranın birine girmişimdir. Onun dışında evimde yemeyi tercih ederim.

İş seyahati demişken seyahatlerde de tek başıma gezmeyi sevmiyorum. Birçok arkadaşım turlarla veya diğer yollarla bulundukları şehirleri geziyorlar ama böyle bir şey hiçbir zaman benim içimden gelmiyor. Tek başına resim bile çekemezsin. O zamanlar daha öz çekimler icat edilmemişti. O imkân olsaydı belki ben de denerdim.

Tek başıma sinemaya, tiyatroya da gitmem. Zaten çok fazla sinemaya gitmeyen bir insanım, bir de kalkıp tek başıma mı gideceğim? Tek başıma gitmememin nedeni dışarıya nasıl görüneceği konusu da değil. Yay burcu bir insan olarak (hatta yükselenim bile Yay) insanların ne düşündüğü konusuna çok fazla takılan bir insan değilim.
“Adama bak kıro gibi tek başına gelmiş.” diyecekler diye bir derdim olmasa da yine de bu tip yerlere tek başıma gitmek hayatta içimden gelmez.

Kendi kendine yetebilen ve tek başıma da gayet keyifli saatler geçirebilen bir insanım aslında ama tek başına yemeğe, tiyatroya, sinemaya vb. gitme alışkanlığım gelişmemiş. Belki de küçüklükten beri her zaman etrafımda çok fazla arkadaşım, dostum olduğu için “tek başına” durumuna fırsat kalmamış olabilir.

Bu durumun tek istisnası spor müsabakalarıdır. Küçüklüğümden beri futbol, basketbol, voleybol maçlarına sık sık tek başıma gitmişliğim vardır.

Geçmiş yıllarda tek başıma gidip birazcık kafamı dinlediğim bir diğer yer de tren istasyonlarıydı. Fırsat olunca halen de gidip, bir kahve içip yarım saat kadar trenlerin dünyasında günlük sorunlardan, streslerden uzaklaşmayı severim.
“Tek başına” bir ruh halidir ve kendini nasıl hissettiğin ile alakalı bir konudur. Bazen etrafındaki yüzlerce insana rağmen kendini yalnız hissedebilirsin. Bazen de herkes vardır ama o yoktur. Kimse onun yerini dolduramaz ve sen tek başınasındır.

İster sesiz parkta tek başına minik bir çiçek ol ister milyonların karşısında kürsüde, Allah kimsenin kalbine “tek başına” hissini doldurmasın ve sevdiklerinizi yanınızdan eksik etmesin.
Şarap soğutucusu mu? O başka bir sabaha kaldı.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

10 Mayıs 2015 Pazar

Anneler Günü Kutlu Olsun...


Günaydın dostlar.

Bugün anneler günü. En başta kendi annem olmak üzere bütün minik annelerin ve daha az minik olan annelerin anneler gününü kutlar; hepsine evlatları ile birlikte sağlıklı, mutlu uzun bir ömür dilerim.

Aramızdan ayrılıp kalplerimize yerleşen annelerimizin de mekânları cennet olsun. Sizleri hiç unutmadık her zaman içimizdesiniz.
Bu özel günde birkaç özel anneyi de anmadan edemeyeceğim.
 
 
Bu sıkıntılı günlerde bizleri iyileştirmek için canlarını ortaya koyan kahraman sağlık çalışanlarımızın endişeli anneleri var ya, hepinizin anneler gününü kalpten kutluyor; büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpüyorum.
 
Sokağa çıkmayalım, evlerimizde güvende olalım diye canla başla sokaklarda, işyerlerinde çalışan kıymetli insanların sevgili anneleri, sizin de anneler gününüz kutlu olsun. Kuryesinden kargocusuna, emniyet mensubundan şoförüne kadar hepiniz iyi ki varsınız.

Oğlunu, kızını bu toprakları korumak için şehit veren, gözyaşlarını saklayıp “Vatan sağ olsun” diyebilen o anneler var ya, ellerinizden öpüyorum. Anneler gününüz kutlu olsun.
Ekmek almaya gönderdiği oğlu bir daha evi geri dönemeyen o anne var ya, onun da anneler günü kutlu olsun.
Kızı tecavüze uğradığı için aile meclisi tarafından oğluna ablasını öldürme görevi verilen,  sessiz gözlerinden kan yaşları akan o anne var ya, onun da anneler günü kutlu olsun.
 
Üniversiteye yolladığı oğlu karanlık sokaklarda döve döve öldürülen, acısı yüreğine sığmayıp midesine kadar taşan o anne var ya, onun da anneler günü kutlu olsun.

Bir takım aklına yatmayan fikirlere karşı en doğal hakkı olan gösteri yürüyüşlerine katılmışken tek bir kurşunla öldürülen o çocuğun annesi var ya, onun da anneler günü kutlu olsun.
Sağ salim bindiği minibüsten bir daha inemeyen, hepimizi yasa boğan o güzel kızın gözü yaşlı annesi var ya, onun da anneler günü kutlu olsun.

Sağ çıkamayacağını bile bile, battaniyelere sarılıp gece gündüz boş gözlerle maden kapılarında oğullarını bekleyen o anneler var ya, onların da anneler günü kutlu olsun.
Daha hiç doyamadan minik bebeği havuzdan cennete düşen o anne var ya, senin de anneler günün kutlu olsun.
Ekmek parası için büyük şehirlere gidip, hiçbir önlem alınmadan can tehlikesi altında betonlaştırma yarışında çalışan oğullarının yollarını bekleyen vefakâr anneler, sizin de anneler gününüz kutlu olsun.
 
Bin bir türlü alaturka nedenle en yakınlarındaki erkekler tarafından öldürülen o kadınların çaresiz anneleri, sizin de anneler gününüz kutlu olsun. Ortada kalan minik yavrular artık sizlere emanet.

Sadece kız olduğu için okula gönderilmeyen çocukların anneleri ve bu uğurda büyük çaba harcayan Türkan teyze, sizin de anneler gününüz kutlu olsun.
Çocuklara bir şeyler öğretebilme arzusu ile kundaktaki çocuğunu kucağına alıp Anadolu yollarına düşen minik köylerin öğretmenleri, sizin de anneler gününüz kutlu olsun.

Daha oyuncak bebekle oynayamadan kendi bebeklerine bakmak zorunda bırakılan talihsiz minik anneler, sizin de anneler gününüz kutlu olsun.
Savaştan harabeye dönmüş şehir sokaklarında, minik yavrusunu kucağında korumaya, rahatlatmaya çalışan anneler var ya, sizlerin de anneler gününüz kutlu olsun.

Mustafa Kemal’i doğuran güzel ve özel anne, ben sana minnettarım. Senin de anneler günün kutlu olsun.
Allah kimseye en yakınındakilerin acısını göstermesin. Anneleri evlatsız, evlatları annesiz bırakmasın…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

 

 

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Gezmeye Gitmek...

Günaydın dostlar.

Küçüklüğümüzde ailece gezmeye gitmenin ne demek olduğunu pek bilmezdik. Hatta aileler çoluk çocuk bir yerlere gittiklerinde “Bunlar nereye gidiyor olabilir ki?” diye düşünerek arkalarından bakardık.

Alışık değiliz ki bir yerlere gitmeye. Götürmeyenler utansın. Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi babam çok zeki, çok çalışkan, çok akıllı bir insandı. Bir yandan da Doğu Karadeniz’in dalgalarının bütün hırçınlığını ve inatçılığını da bünyesinde barındırırdı. Doğal olarak son derece de aksi bir insandı. Dik dik baktığı zaman küçük çocuklar anında ağlamaya başlardı.


Böyle bir mizaçta olan bir insanın da çoluk çocuk bir yerlere gitmeyi sevmemesi kadar doğal bir şey yoktur herhalde! Allahtan çok sık seyahatlere gidiyordu da biz de sokaklarda sürtebiliyorduk. Evde olsa, hemen “Gelin yukarı” diye söylenmeye başlardı.

“Her şeyin en iyisini ben bilirim” diye düşünen ve de kimsenin düşüncesine saygısı olmayan bir insan olarak, çocukların gezmeye gitmesini de çok doğru bir şey olarak görmüyordu. Derler ya çocukluğuna inmek lazım diye, belki de büyüdüğü evde onların da öyle bir yaşamı yoktu.

Kendi başına seyahat etmeyi, gezmeyi seven ve yanında kimsenin ayak bağı olmasını istemeyen babam, bir gün eve geldi ve cumartesi akşamı için tiyatro bileti aldığını söyledi. Büyük şok. Babam gidecek de tiyatro bileti alacak. Vay anasını be, demek ki bu dünyada hiçbir şey imkânsız değilmiş.

Almışsa almış bize ne. Biz çocuklar olarak hiç üstümüze alınmadık. Zaten böyle bir konunun detayını bizle konuşmak gibi bir âdeti de yoktu. En fazla yaveri anneme söylerdi, annem de bize söylerdi.

Ertesi sabah annem bizim için de bilet alındığını söyledi. Bu işte bir yanlışlık olmalıydı, babam ne yapmaya çalışıyordu, bu hareketinin arkasındaki gizli ajandası neydi acaba? Biz şimdi resmen gece gece evden çıkıp bütün aile çoluk çocuk tiyatroya mı gidecektik!

Akşam babam geldi ve “Çok güzel ve çok komik bir tiyatroymuş, siz de artık büyüdünüz, hep beraber gideceğiz” dedi. Vay anasını be…

Cumartesi akşamı geldi; tiyatroya gidildi ve gerçekten de çok gülündü, çok eğlenildi. Zeki Alasya, Metin Akpınar ve diğerlerinin oynadığı oyun tek kelimeyle muhteşemdi. Mahallede, sokakta günlerce onların esprilerini anlattık durduk. Bambaşka bir bakış açısı, bambaşka bir espri anlayışı ve bambaşka bir yetenek.

Neydi bu insanlar? Uzaydan mı gelmişlerdi? Halkın içinden sözlerle halkı güldürebilme ve her günkü olayları kendinle ilişkilendirme durumu ilk defa gördüğümüz bir durumdu. Bundan sonraki en büyük değişiklik Tolga Çevik ve diğerlerinin başlattığı interaktif tiyatro hareketi ile yaşanmıştır.

Daha sonraki yıllarda, Devekuşu Kabare Tiyatrosu Ankara’ya geldikçe üç dört defa daha oyunlarına gittiğimizi hatırlıyorum. Hatta bazılarında rahmetli Kemal Sunal da vardı diye aklımda kalmış. Hepsi ayrı güzeldi ve hepsini sonraki yıllarda defalarca izledik. Hatta Amerika’da yaşarken kasetten sözlerini bile dinlerdik.

Zeki Alasya yeri doldurulamayacak bir değerdir. Birçok değerli sanatçı gibi onun da gidişi biraz erken oldu. Nerede olduğu önemli değil ama bir gün bir arkadaş ortamında beş altı dakika kadar rahmetli Barış Manço ile beraber ayaküstü sohbet etme şansım olmuştu ve ne kadar ince zekâsı ve espri anlayışı olduğu görmek, beni çok etkilemişti. İmkân olsa insan hiç durmadan saatlerce sohbet edebilir.

Mekânınız cennet olsun sevgili Zeki Alasya, Kemal Sunal, Barış Manço; benim sizleri unutmam hiç ama hiç mümkün değil.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

8 Mayıs 2015 Cuma

Güzel Ankara...

Günaydın dostlar.

Çocukluğumuzun şarkısı, “Ankara Ankara güzel Ankara” diye başlar ama bu günlerde ne Ankara’nın, ne de İstanbul’un ne de başka bir yerin güzelliği kaldı.
Rant betonlaştırması yarışına alışmıştık ama dinozorlar ve robotlar bizi hazırlıksız yakaladı. Bu nasıl bir çirkinliktir? Bu nasıl bir israftır? Bu nasıl bir uyumsuzluktur? Bu nasıl bir ucubedir?


Her şehrin, her kasabanın, her köyün kendine göre bir görünüşü, bir tarihi, bir uyumu vardır. Sana güzel görünüyor diye aklına gelen her şeyi şehir sokaklarına dikmek nasıl bir düşüncenin ürünüdür. “Ben ne istersem yaparım, kimse de bana karışamaz” ruh hali (hele de milletin parasını harcıyorsan) hiçbir şey için doğru bir yaklaşım değildir.

Ankara’nın dinozorlarla, ejderhalarla, robotlarla ilgili bir geçmişi var da, biz mi bilmiyoruz? Ulus sokaklarında eskiden dinozorlar mı dolaşırdı? Belki de biz doğmadan önce Ankaragücü stadının arazisinde robotlar üretiliyordu.

Her zaman söylerim ama tekrar söyleyeyim. Her şeyin doğal gelişeni güzel ve özeldir. Robotlar Ankara yaşamı veya tarihi veya kültürü ile uyumlu mu? Ankara dünyanın robot başkenti mi? Ankara’da bir yerlerde 1300 sene öncesinden kalmış dinozor yumurtaları vardı da yavrular daha yeni yeni mi içinden çıkmaya başladılar?
Ejderhalar ve dinozorlar Çin’in kuzey dağlarının eteklerindeki bir şehir için uygun olabilir ama Ankara ile ne ilgisi vardır? Şehrin dokusunu bozmaktan ve para israfından başka bir işe yaramaz. Lego merkezli bir şehirde bu tip eserler yapılabilir ama bu durumun bizle hiçbir alakası yok.
Gelelim şehre giriş kapıları konusuna. Böyle bir zamanda ben olsaydım böyle lüzumsuz şeyler için para harcamazdım. Sanki Ankara’nın her derdi bitti de bir tek şehre giriş kapıları mı kalmıştı? O paralar her yağmurda küçük bir göle dönüşen alt geçitleri adam etmek için veya metro istasyonlarına dolan suları önlemek için kullanılabilirdi. Yine de bu kapıları çok eleştirmiyorum zira dünyanın birçok büyük şehrinde bu tip kapılar var.

Dediğim gibi, ben yapmazdım ama bir şekilde kapılar yapıldı. Peki, saatler nereden çıktı? Burası İsviçre’mi? Saatlerle Ankara’nın ne alakası var? Meydanlara oralara buralara konulan şeylerin Ankara’nın yaşamıyla ve tarihiyle uyumlu şeyler olması gerekmiyor mu? Bir turist Ankara’ya gelse ve o saatleri görse, kesinlikle bu şehirle bir ilgisi var zanneder.

Örnek olarak; balıkçılıkla ilgili meydanlara konacak eserler, Karadeniz’de küçük bir balıkçı kasabası için uygun olabilir ama Ankara’ya hiç uymaz.
Bütün bu saatler, robotlar, dinozorlar; Ankara’ya turist getirecekmiş, gelir sağlayacakmış. Düşündüm de, bu lafı inanmayarak söylüyorlarsa tabi ki kötü bir durum ama inanarak söylüyorlarsa daha da kötü bir durum.

Bu fakir ülkede insanlar ayın sonunu getiremezken, borçlar dağ gibi olmuşken, yiyecek fiyatları açıklanan enflasyonu ikiye katlamışken; bu tip şeyler için harcanan paralara yazık diyorum, başka da bir şey diyemiyorum. İnsanlar aç uyurken başka bir köşede paraları ziyan etmek büyük bir günahtır.
Fıskiyeleri mumla arar olduk…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…