17 Ocak 2020 Cuma

Şimdi Destek Zamanı...

Günaydın dostlar…

Bildiğiniz gibi, 2020 hedeflerimden bir tanesi Fenerbahçe takımlarının voleybol maçları için kombine satın almaktı. Allah’a şükür bu hedefimi gerçekleştirdim. Fenerbahçe’nin ev sahibi olduğu bütün maçlara da gittim.
Malum voleybol şu anda gündemi sallayan konuların ilk sırasında yer alıyor. Tokyo Olimpiyatları’na katılma hakkı kazanan Filenin Sultanları ile gurur duyuyoruz. Her türlü övgü onlara az bile.

Peki, şimdi ne olacak? Olimpiyatlara gitme hakkı kazandık diye gelecek altı ay boyunca konuyu unutacak mıyız? Tabii ki unutmayacağız. Asıl şimdi destek zamanı. Hepimiz voleybol konuşurken bunu salonlara da taşımalıyız.
 
Bugün ligin ikinci yarısı başlıyor. Avrupa’nın ve dünyanın en iyi oyuncuları Türkiye’de ve Fenerbahçemiz’de oynuyor. 300-500 seyirciyle oynanan maçlarla bir yere varamayız. Futbol fanatiklerini değil, gerçek voleybol seyircilerini salonlara bekliyoruz.
16 milyonluk İstanbul’da Fenerbahçe gibi bir takımın bu kadar az seyirci önünde maçlarını oynaması bize hiç yakışmıyor. Maç saatleri de genelde çok uygun. Cumartesi öğleden sonra maça gider, oradan da yemeğe, gezmeye nereye gidecekseniz gidebilirsiniz.
Hemen itirafta bulunayım, Burhan Felek çok iyi bir salon değil. Civarında araba park etmek de çok kolay değil ama arabayla gelmenize de gerek yok. Birçok semtten yürüme mesafesinde. Arabayla uğraşmak istemediğim için ben metro ile gidiyorum. Hem güzel bir yürüyüş oluyor, hem de trafik derdiyle uğraşmıyorum.

Nasıl mı? Evden Erenköy İstasyonu’na veya Suadiye İstasyonu’na yürüyorum ve oradan Marmaray’a biniyorum. Üsküdar’da aktarma yapıp, Ümraniye Metrosu’na geçiyorum. Bağlarbaşı’nda inip (sadece iki durak) on dakika yürüyünce takımımızın yanındayım. Yürümeyi ve trenleri sevdiğim için benim için çok keyifli oluyor. Aynı şekilde de geri dönüyorum.

Maçlara geldiğinizde ne göreceksiniz? Hemen yazıyorum. En başta gönüllerimizin kaptanı Eda Erdem Dündar’ı ve dünyanın en iyi pasörlerinden biri olan sevgili Naz Aydemir Akyol’u göreceksiniz. Hiç bitmeyen enerjisi ve motivasyonuyla Eda halen bir çocuk gibi. Zaten bir konuda başarılı olacaksanız, içinizdeki çocuğu ve heyecanı kaybetmemeniz gerekiyor. “Çocuk da yaparım, kariyer de yaparım” lafı var ya, bunun en güzel örneklerinden biri sevgili Naz’dır. İkinci defa olimpiyatlara katılacak olan Naz ve Eda’yı gönülden tebrik ediyoruz.

Başka kimler var? Milli takımımızın başarılı oyuncuları Fatma Yıldırım ve Aylin Sarıoğlu da takımımızda. İpar gibi Damla gibi genç yeteneklerimizin yanında dünya yıldızı oyuncularımız da var. Dünyanın en iyi smaçörlerinden biri olan Brankica Mihajlovic de bizim takımımızda. Geçen sene ligi sayı kıralı olarak bitirmiş Melissa Vargas da yolculuğuna Fenerbahçe’de devam ediyor. Defansı da, hücumu da oyunun her yönünü büyük bir başarıyla oynayan, Amerika milli takımının yıldızı güler yüzlü Kelsey Robinson da bizlerle beraber.
Yılların tecrübesi Bahar, geçirdiği ameliyattan sonra yeni yeni iyileşen Dicle Nur, başarılı liberomuz Melis, başarılı orta oyuncusu Beliz, bir diğer pasörümüz Sıla ve süper yetenek Ceren de hepsi bizlerle.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi Amerika milli takımından bir genç yetenek daha, sevgili Jordan Thompson da aramıza katıldı.

Gördüğünüz gibi, yönetim bu sıkıntılı dönemde büyük fedakârlıklar yaparak çok güçlü bir takım kurdu. Ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Oyuncular ve teknik ekip bu kadar çabalarken, yöneticiler bu kadar fedakârken; biz de elimizden gelen her türlü desteği vermeliyiz. Her şeyimiz mükemmel, tek eksiğimiz seyirci. Teknik ekip demişken, takımımızı dünyanın en iyi teknik adamlarından biri olan ve Sırbistan’ı dünya şampiyonu yapan Zoran Terzic çalıştırıyor.

Dostlar, ben bu sabah Fenerbahçe için yazdım ama gerçekte bu yazdıklarım bütün takımlar için geçerli. Nereye gitseniz salonlar bomboş. Bir tek büyük takımların maçlarında doluyor. Arkadaşımın biri “Futbol maçlarında da statlar dolmuyor ki” dedi. Doğru söyledi ama futbolda bir maç bileti alabileceğiniz parayla burada bütün sezonu alabiliyorsunuz.
Voleybolu desteklemek ve güzel vakit geçirmek istiyorsanız şimdi tam zamanıdır. Okullar, veliler, spor kulüplerimiz, federasyonumuz voleybolu daha fazla desteklemeliler diye düşünüyorum. Ülkemiz daha da iddialı bir voleybol ülkesi olabilir. Çocuklarımız da heves etsin, onlardan da Eda gibi, Naz gibi, Fatma gibi, Aylin gibi (ve daha niceleri) bayrağımızı her kıtada taşıyacak yıldızlar çıksın.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

14 Ocak 2020 Salı

Zühre Hanım...

Günaydın dostlar…

Çok fazla dizi izlemesem de, sinemaya nadiren gitsem de; inanılmaz bir iş yaptım ve baştan sona kadar Atiye dizisini izledim. Gülgün ve diğer samimi arkadaşlarımın ısrarları bunda çok büyük bir rol oynadı. Sıkılmadan izledim. Bir şekilde insanı sürüklüyor. Çok mu harikaydı? Bence değildi.
Bazı gereksiz sahneler ve abartılmış çekimler olmasa daha da iyi olurdu diye düşünüyorum. İlk dikkatimi çeken bir diğer konu da, aradan geçen uzun yıllara rağmen Atiye’nin koşma şeklinin hiç değişmemiş olmasıydı. Bihter nasıl koşuyorduysa, Fatmagül nasıl koşuyorduysa; Atiye de aynen öyle koşuyor.


Dizi kültürüm yok, hele de Netflix kültürüm hiç yok. Atiye, izlediğim ikinci Netflix dizisi oldu. İlk izlediğim de, La Casse De Papel dizisiydi. Allah var, ondan daha çok keyif almıştım. O dizinin bölümleri daha kısa olduğu için daha çabuk akıp gidiyor. Atiye dizisinin sürekli karanlık ortamlarda geçiyor olması içimi karartı. Kuzeyli gibi güneş çıksa da görsem diye bekler oldum…

Çok fazla sinema aşığı olmadığım için, bu gibi dizilerde/filmlerde ortaya çıkan milyonda bir ihtimallerin birbirini bulması, beni bu işten soğutuyor. Bütün Göbekli Tepe olayı meğerse tek bir ailenin etrafında dönüyormuş.

Benim için bir diğer sorunlu konu da, zamanların birbirine karışması. Ben bugünün bugünle ilişkisini anlayamazken, bugünün dünle yaptıklarını hiç anlayamıyorum. Dizinin bir kısmında “Aaa meğerse çok uzun yıllar önce böyle olmuş, bu da bunun kardeşiymiş” filan gibi şeyler söylemeniz gerekiyor ya, hemen soğuyorum. Saatlerce izliyorsun, sonra birden bir şeylerin öyle olmadığı ortaya çıkıyor.

İlahi güçlerin gizlice organize ederek bir araya getirdiği insanlar gibi kavramlar da bana fazla geliyor. Arkadaşımın biri “Yaşananları, tesadüfleri, sıralamayı çok da sorgulamadan izleyeceksin” dedi. İster istemez ben de çok sorgulamadan izledim. Çok düşündüğünüz de, “Ulan milyon kişi varken bunu mu buldu?” gibi sorular soruyorsunuz, bu da dizinin tadını kaçırıyor. “O şimdi oradan çiçek gibi nasıl çıktı?” diye sormayacaksınız. İlahi güçler yaptı.

Bu evrende yaşananları anlayamazken bir de paralel evrenlerle uğraşmak da beni aşıyor. “O şimdi neden böyle yaptı, kız hani gitmişti yine nereden çıktı?” diyorum. “Akış şu anda paralele evrene geçti” diye cevap veriyorlar. Ben tek boyutlu olanını anlayamıyorum; bir de paralelini, dik açılısını, dar açılısını, neren anlayayım.
Benden başka izlemeyen kalmamış olsa da, yine de dizinin gelişimi ve sonuyla ilgili ipucu vermeyeceğim. Gerçi sonu geldi mi onu da bilmiyorum. Birçok şey orta da kaldı. En azından bana öyle geldi. Para bulabilirlerse muhtemelen ikinci sezonunu da çekerler.
“İkinci sezon” demişken, merakla bekliyor muyum? Hayır. Denk gelirse izlerim ama izlemesem de olur. Nedense, senelerce devam etmesi gereken bir hikâye hissine kapılmadım. Temiz temiz ilk sezon sonunda bitirselerdi belki de daha iyi olurdu.

Özetlersek, dizi kötü değil. Beren Saat ve Mehmet Günsur’un sanki normal yaşamlarını yaşıyorlarmış gibi rol yapmalarını beğeniyorum. Benim gibi bu işlere çok meraklı olmayan birini bile sürükleyebiliyor. Bu arada da Göbekli Tepe ve Nemrut’un çok güzel reklamını yapıyor. Umarım ikinci sezonda Pamukkale’ye de giderler. Yeraltı mağaraları bir şekilde Pamukkale’ye bağlanıyordur. Bu işleri seven arkadaşlar kesinlikle seyretmeliler. Sonunda ne olduğunu anlıyorsanız, bana da anlatın.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

7 Ocak 2020 Salı

Her İşi Yaparım...

Günaydın dostlar…

Son günlerde çok fazla televizyon programı izledim.  Tatildi (gerçi bana her gün bayram), yılbaşıydı, soğuk havaydı derken, bir de baktım ki izlemediğim, daha doğrusu görmediğim program kalmamış. Kısa kısa baktığım için çok da izlediğim söylenemez.
Televizyonların bazı işlerimizi halletmesine alışmıştık ama benim uzak olduğum dönemde her işi yapar hale gelmişler. Eskiden sadece gelin, damat bulurlardı ve birbirlerinden elektrik almalarını sağlamaya çalışırlardı (en azından biz öyle zannederdik), şimdi konu çok geniş bir yelpazeye yayılmış.


Futbol öğreten programlar her yerde ve hiç bitmiyor. Futbol işini futbolculardan, teknik adamlardan, yöneticilerden, hakemlerden daha iyi bilen insanlar sürekli yorum yapıyorlar, eğitim veriyorlar. Eline sopayı alan geçiyor tahtanın başına, başlıyor ders vermeye.

Dedektif tutmanıza veya polise gitmenize hiç gerek yok. Çeşit çeşit kaybolanları bulma programları var. Hatta kendini zevkinize göre sunucu bile seçebilirsiniz. Karmakarışık ilişkiler, cinayetler, kaçırmalar, yaralamalar, doğumda karıştırılan çocuklar her ne sorununuz varsa hepsi aydınlatılıyor. Allah kimseyi muhtaç etmesin.

Yemek programları epeydir var. Ünlünün biri gidip her gün bizim gibi insanların evinde yemek yiyor. Anlayacağınız yemek yapma konusu da çözülmüş durumda. Bir sürü ağır eleştiri yapıldıktan sonra (nasıl olduğunu ben de bilmiyorum) ortam bir anda göbek atma yarışına dönüşüyor. “Sen kim o yemeği yapmak kim” gibi laf sokuşturmalar da hiç eksik olmuyor.

İnsanları eve davet etmek istemiyorsanız, stüdyo ortamında yemek yapabileceğiniz yarışmalar da var. Yeter ki siz niyet edin, yemek yapacak bir yeri muhakkak bulurlar.

Göbek atma ortamlarında muhakkak şarkı söyleme de oluyor. Sonuçta amacımız yemek yapmak değil, meşhur olmak. Sesinizi büyük kitlelere ulaştırabilmenin de çaresi bulunmuş. Tek yapmanız gereken ünlülerin sizin sesinize dönmesini sağlamak. “Şarkının hissini bize geçiremedin” derlerse, o zaman bittiniz. Hemen toparlanın ve evinizin yolunu tutun.
Yemek programlarında yedik yedik büyük beden olduk, şimdi ne yapacağız? O konuyu da dert etmeyin. Büyük bedenlerin nasıl giyineceğine, nasıl yürüyeceğine, nasıl oturup kalkacağına, nasıl birbirleri ile didişeceğine yönelik program da var. Alışveriş yapsınlar diye her gün ellerine para verip sokağa salıyorlar; aldığınız elbiseler, ayakkabılar, çantalar ve aksesuarlar da sizin oluyor.

İnsanlar geldi yemekler yendi, ev battı; hemen “Temizlik Benim İşim” programına yönelmemiz gerekiyor. Programın formatını bilmiyorum. Onların işi olduğuna göre gelip temizliyorlar herhalde. Allah var, Amerika’da okul yıllarında yurtları temizlediğimiz dönemlerde ben de çok iyi temizlik yapardım. Bağlı bulunduğumuz şef biten her odayı kontrol ederdi ve gülerek “Burada ameliyat mı yapacağız?” diye espri yapardı.

Temizlemek ayrı bir konu; ya eviniz çok eskiyse ne yapacağız? Sorun yok. Biliyorsunuz bizim memlekette çareler tükenmez. Evinize gelip istediğiniz her odayı bedavaya yeniden yapıyorlar. Sizin tek yapmanız gereken şey, iş bittiğinde çok şaşırmış gibi yapmak.

En ilginç işlerden biri de, yöneticileri ve/veya sahipleri tarafından içine edilmiş restoranları ve otelleri kurtarma programları. Bu işleri çok iyi bilen bir amca geliyor, iki saat içinde sizin oteli kurtarıp gidiyor.
Bu kadar işten sonra herkes çok yoruldu. Kimse tatile gidemiyorum diye üzülmesin. Biraz sabrederseniz Acun ağabeyiniz sizi altı aylığına tropik bir adaya götürür. Kendinizi ılık kumlarda yatıyormuş gibi hisseder, bütün yorgunluklarınızı unutursunuz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…