30 Haziran 2016 Perşembe

İki Kere İki Beş Eder...

Günaydın dostlar…

Her zaman belirttiğim gibi bu politik işlere ve terör örgütü mantalitesine benim kafam çok basmıyor. Bilgisayar tahsili yapmış bir insan olarak benim kafamda 2 kere 2 her zaman 4 ediyor.
 
Sabah 4 edip, öğleden sonra 5 etmesi konusunu ben anlayamıyorum. Bunda gittikçe azalan beyin hücrelerimin de rolü olabilir ama asıl sorunun sık sık matematiği değiştirenlerde olduğunu düşünüyorum.
Tam ben 5 etmesine alışıyorum; “olur mu, 2 kere 2 her zaman 4 eder” diyorlar. “ “Haklısınız 4 eder” diyorum, bu sefer de, “dün 5 eder demiştik ya” diye karşılık veriyorlar. Anlayacağınız 50 yıldır bildiğim matematiğe bile artık güvenemiyorum.

Her şeyin rüzgâr hızı ile değiştiği günlerde birkaç yıl öncesine gidiyorum. IŞİD denilen terör örgütünün hiç kimseyi dinlemeden önüne geleni öldürdüğü günler aklıma geliyor. Amerikalıları, İngilizleri, Fransızları herkesi öldürmüşlerdi. Zavallı Ürdünlü pilotu diri diri yaktıkları görüntüler halen gözümün önünde.

Bu topraklardaki kan davalarıyla uzaktan yakından hiçbir alakası olmayan Japon gazeteci bile öldürülmüştü. Tek amacı haber yapmak olan bir gazeteci de IŞİD adaletinden nasibini almıştı.
Böyle bir ortamda, en güçlü çağında IŞID bizim Musul Konsolosluğu çalışanlarımızı da esir almıştı. Allah’a bin şükür ki, Müslüman, Hıristiyan, Japon, Çinli dinlemeden herkesi öldüren IŞID, bizim konsolosluk çalışanlarımıza hiç dokunmamıştı. Bu duruma binlerce kere şükürler ediyoruz ama her zaman 5 eden 2 çarpı 2, bizim durumumuzda neden 4 etmişti. Bizi çok mu seviyorlardı?

60 gün kardeşlerimiz IŞID’in elinde kaldı ve Allah’a şükürler olsun ki hiçbirinin burnu bile kanamadı. Yanlış hatırlamıyorsam daha sonra bir grup inşaat işçisi de esir alınmıştı ama Allah’a şükür onlar da sağ salim serbest bırakılmışlardı.
2 kere 2 herkes için 5 ederken bizim için her zaman 4 etti. Duruma göre, çarpımın içine her zaman mezhepsel bir katsayı katıyorlardı.

Peki, o günden bugüne ne değişti? Elindeki esirlere bile hiçbir şey yapmayan IŞİD, ne değişti de bizim ülkemizde intihar saldırıları düzenler oldu? Ne yaptık? Küfür mü ettik? Bizi neden çok seviyorlardı anlayamamıştık, şimdi de neden sevmediklerini anlayamıyoruz. Kızgınlıklarının sebebi Gaziantep yöresinden yaptığımız top atışları olamaz zira onlar daha önceden bize küsmüşlerdi.

Herkese yapmadığını bırakmayan ama bu ülkenin çocuklarına dokunmayan IŞİD,  şimdi oturuyor bize karşı detaylı terör planları hazırlıyor. Bu işin uzmanı arkadaşlar bizlere anlatsın. IŞİD’in tavır değişikliğinin sebebi nedir? Verilen sözler mi tutulmadı? Amerika mı bizi zora soktu? Sorun nedir?

Amerika veya Rusya bizi zorda bırakmış olabilir ama ben Amerika’nın IŞİD ile dost mu yoksa düşman mı olduğunu bile bilmiyorum. Sanki bir Amerikan projesi gibi duruyor. “En büyük hedefimiz IŞİD’i yok etmek” diyorlar ama siz yine de her duyduğunuza inanmayın. Yakın tarihimiz Amerika’nın yarattığı, sonra da vazgeçtiği projelerle dolu…
Tabi ki tek derdimiz IŞİD değil. Ülke, hayatımız boyunca hiç görmediğimiz kadar terör örgütü kaynıyor. Canlı bomba olmak için adeta kuyruk var. Allah insanlarımızı her türlü kötülüğe karşı korusun. Bizim koruyamadığımız kesin…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

29 Haziran 2016 Çarşamba

Karanlık İstanbul...

Günaydın dostlar…

Çok kötü bir geceden sonra zor bir sabaha uyandık. Amerikan Konsolosluğu ne zaman bir açıklama yapsa 24 saat geçmeden muhakkak bir terör saldırısı yaşıyoruz.
Amerikalılara sorduğunuz zaman, “Biz bu bilgileri Türk yetkililerden alıyoruz” diyorlar. Bu bilgi bizimkilerden geliyorsa, böyle bir bilginin ışığı altında havaalanı gibi önemli ve kalabalık noktalarda güvenlik önlemlerinin biraz daha arttırılması gerekmez miydi?


Herkes aynı soruyu soruyor. “Bu kadar korunaklı bir noktaya bu teröristler nasıl girdi?”. Dostlar, havaalanları korunaklı filan değil. İsteyen herkes, tesadüfen havaalanı bahçe kapısında yakalanmazsa bu noktalara kadar girebilir.

Ne yazık ki işin doğasından dolayı havaalanı bahçesine giren her aracı aramak mümkün değil. Bunu yapmaya kalksalar araç kuyrukları İzmit’e kadar uzanır. Hepimiz söylenir, şikâyet ederiz. Hemen şunu da belirteyim; dünyanın hiçbir yerinde de böyle bir uygulama yok. Her gün yüz binlerce insanın girdiği bir kapıda böyle bir uygulama yapamazsınız.

Ne yapabilirsiniz? Şu anda da yapıldığı gibi şüphelendiğiniz araçları ve/veya bir istihbarat aldığınız araçları arayabilirsiniz. Ek olarak ne yapabilirsiniz? Bu gibi hassas günlerde bu tip aramaların sıklığını biraz daha arttırabilirsiniz.
Savaş yıllarında Irak’a gittiğimiz dönemlerde, havaalanı araması binanın çok dışında, bahçe girişinde başlıyordu ve çok uzun sürüyordu. O günlerde günde 1-2 uçak gelip gittiği için bu durum çok fazla sorun yaratmıyordu ama eminim bugünlerde onlar da bu uygulamadan vazgeçmişlerdir.
Bahçe kapısından yakalanmadan geçenler, başka hiçbir engelle karşılaşmadan bina girişlerindeki arama noktalarına kadar gidebilirler. Bu hainler de aynen onu yapmışlar. Arama noktasına kadar girip orada ateş açmaya başlamışlar. Yaşanan kayıpların birçoğu da bu noktalarda gerçekleşmiş.

Bilmiyorum doğru mu ama otoparkta da bir patlama olduğundan söz ediliyor. Otoparklar zaten tamamen Allah’a emanet. İşlerin sorunsuz bir şekilde yürüyebilmesi için, başka da şansımız yok. Evimize hırsız girdiğinde benim kızlar, kapıyı üreten firma yetkilisine, “Hiçbir hırsızın giremeyeceği bir kapı üretilemez mi?” diye sormuşlardı. Adamcağız da, “Tabi ki üretilebilir ama o zaman siz de giremezsiniz” demişti. İşte işin püf noktası da bu noktada kilitleniyor.

“Ben çok sorun yaşamadan, saatlerce sıralarda beklemeden içeriye girebileyim ama teröristler giremesin” dediğimiz zaman hiçbir zaman eşitlenmesi mümkün olmayan bir denklem yaratmış oluyorsunuz.
Sorumluluğu başka bir gruba yüklemek istemiyorum ama taksici arkadaşların da sokaktaki insanlara göre daha uyanık olmaları gerektiğine inanıyorum. Bu işin doğası bunu gerektiriyor. Nasıl ki bir polis, bir güvenlik uzmanı, bir bekçi benden daha uyanık olmak zorundaysa, taksiciler de aynı şekilde olmak durumundalar diye düşünüyorum.

Ekmek parası peşinde koşan insanların, bir de “kim terörist, kim değil” oyunu oynamalarının çok kolay olmadığını çok iyi biliyorum ama gün içinde binlerce çeşit insanla uğraşan insanların bu konu da benden daha başarılı bir uzman olacaklarına inanıyorum.

Şu anda detaylarını bilemiyorum ama güvenlik kuvvetleri ile yapılacak gizli bir anlaşma neticesinde şüphelendikleri yolcuların bir şekilde aranmalarını sağlayabilirler.

Dostlarım, zor günlerden geçiyoruz. Terör örgütlerinin köşe kapmaca oynadığı topraklarda, her sokağa çıkışımız bir kumar. İster havaalanı olsun, ister alışveriş merkezi, ister başka bir yer; kalabalık yerler her zaman terör örgütleri için cazibe merkezi olmuşlardır.
Peki, ne yapacağız? Mutsuzuz, üzüntülüyüz ama korkup evlerimize sinemeyiz. Bu günler, cesur olma, birlik olma günleridir. Bu acılar elbet bir gün bitecek. Bugün İstanbul çok karanlık, çok üzgün bir sabaha uyandı. Son çıkışı olduğunu bilmeyen insanlar yine evine dönemedi.

Yüzlerce evde yine acı var, gözyaşı var, ağlayan çocuklar var. Allah bir daha böyle acı günler göstermesin. Kaybettiğimiz bütün kardeşlerimizin mekânı cennet olsun…
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

20 Haziran 2016 Pazartesi

Üniversiteli Köpekler...

Günaydın dostlar…

Son zamanlarda Ege Üniversitesi Kampüsü’nde geçirdiğim zaman, bana bir kere daha gösterdi ki, bizim üniversite kampüslerimizin en büyük özelliği başıboş dolaşan köpek sürüleri. Üniversite kurmak için müracaat ettiğinizde içeride en az birkaç yüz köpek olacağını garanti etmeniz gerekiyor herhalde.
Benim düşüncem: birileri gelip köpek yavrularını temel atma aşamasında inşaat alanına bırakıyor, proje tamamen bittiğinde de, nur topu gibi yüzlerce köpeğiniz oluyor. Belirli bir köpek sayısına ulaşmadan okulu açmanıza izin vermiyorlar. Kampüsünüzde yeteri kadar köpek yetiştiremedinizse, eksik kalan miktarı sokaklardan temin etmeniz gerekiyor.


Issız ve sıcak bir pazar gününde kampüsü tanımak için biraz etrafta dolaştığımda, köpeklerden başka bana eşlik eden hiçbir kimse yoktu. Kapıda bir güvenlikçi vardı ama ben girdiğim sırada o çay demlemekle meşguldü. Bana şöyle bir baktı ve hiç bulaşmadı. Ya üşendi, ya da beni zararsız gördü. Bütün bir tur boyunca, 6-7 kişilik bir köpek sürüsü aramızdaki mesafeyi hep koruyarak sürekli olarak beni takip etti.

Güncel olduğu için Ege Üniversitesi’nden bahsediyorum ama diğer kampüslerde de durum hiç farklı değil. 3 gün önce, yıllardır girmediğim ODTÜ Kampüsü’ne girdiğimde de, durumun çok da farklı olmadığını gördüm. Orası da köpek üretim çiftliği gibiydi. Bilkent, Yeditepe gibi üniversitelerde de köpek nüfusu çok yüksek.

Bazı çocuklar bunları hiç umursamıyor ama birçoğu da korkuyor. Okulları köpek yurduna çevirmek zorunda mıyız? Daha önce köpekler tarafından ısırılmanın bütün güzelliklerini yaşamış bir insan olarak bu işin şakaya gelmediğini de çok iyi bilenlerdenim.

İzmir’de, daha sonra Aylin’i beklerken sohbet ettiğim güvenlikçilerden biri “ağabey onlar okulu koruyor” dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Köklü üniversitelerimiz sokak köpeklerinin koruması ve himayesi altında hayatlarını devam ettirebiliyorlarsa, vay bizim halimize. O zaman, belki de maaşları güvenlikçilere değil köpeklere vermek gerekiyor.

Şimdi böyle yazınca da, hayvan sever dostlarımız hemen, “Ne yani öldürsünler mi köpekleri?” diye yazıyorlar. Tabi ki öldürmesinler ama bu kampüslerin hepsinin neden köpek çiftliği haline dönüştüğünü de merak etmeden edemiyorum.
Hepsi üniversitede olduklarına göre, bu köpeklerin tamamı en az lise mezunu diye anlıyorum. Millet üniversiteye gireceğim diye hayatından yiyor ama köpekler maşallah herkesten önce girmişler. Ağaçları koklama, toprağı eşeleme, güneşin altında uyuma, kedileri kovalama gibi branşlarda okuduklarını düşünüyorum.

Kedi demişken, kampüslerde hiç kedi yok. Sakın, “çok fazla köpek olduğu için” demeyin. Belki de kediler de lise kampüslerindedirler. Kedi olmadığı gibi, başka hiçbir hayvan da yok. Ne kaplumbağa, ne kirpi, ne yılan, ne tavuk, ne ördek; hiçbir şey yok. Her yer köpeklerin. Ne yalan söyleyeyim, karınca bile görmedim.

Köpeklerin çok fazla ders çalıştığı da yok. Sürekli birbirleriyle çiftleşmekten 5’er kere akraba olmuşlar. Kimin eli kimin cebinde belli değil. Ortalıkta dolaşan köpeklerin birçoğunda grinin 50 tonu da var.

Fakülteler bu köpekleri evlat edindiklerine göre, sürekli torun sahibi oluyorlar. Bildikleri bütün köpek isimlerini kullanmışlar, yetmeyince de Kurt 2 gibi Amerikan sistemine dönmüşler.
Bu köpekler okulların himayesi ve takibi altında olsa, hiçbir şekilde ağzımı açmam ama ne yazık ki sokaktaki gerçek öyle değil. Kampüsler, haklarında hiçbir şey bilmediğimiz, hiçbir aşısı veya bakımı olmayan sokak köpekleri tarafından istila edilmiş durumda. Şöyle bir baktığımda da, internette çok sayıda bu tip saldırı haberi gördüm.

Bu hayvanları gerçekten sahiplenen ve her şeylerini takip eden okullar varsa, onları da buradan kutluyorum ve teşekkür ediyorum.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

11 Haziran 2016 Cumartesi

Son Çıkış

Günaydın Dostlar,

Kendimi bildim bileli yaşanan her “son çıkış” beni çok rahatsız etmiştir. Köprüden önceki son çıkıştan söz etmiyorum. Benim içimi üzen, bilerek veya bilmeyerek yapılan son çıkışlar.
Bilerek veya bilmeyerek evden çıkıp bir daha hiç geri dönememeler. “Son çıkış”, hepimiz için kaçınılmaz bir durum ama yine de iç burkan bir yanı var. Son defa evden çıktıklarını bilmeden, helalleşmeden işlerine giden kahraman Şerife ve Nezife’nin bir daha hiç geri dönemeyecek olduklarını bilmek, beni derinden yaralıyor.


Ankara’daki hain saldırıda hayatını kaybeden zavallı kızcağızın ne günahı vardı? Üç kuruş para kazanmak için akşam akşam özel dersten özel derse koşturup duruyordu. Son çıkış, bir anda bütün hayallerini, rüyalarını bitiriverdi. Geriye koskocaman bir karanlık kaldı. Yüzlerce ev son çıkış siyahına boyandı.

Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, her gün hayatımızla kumar oynuyoruz. Son çıkışın hangimizi ne zaman, nerede yakalayacağı hiç belli değil. Her an hepimizin karşısına çıkabilir. Son çıkış; lüks bir araba şeklinde de gelebilir, kutsal inek koruması altındaki hafriyat kamyonu şeklinde de.

Askerler, polisler, korucular, güvenlik görevlileri ve bizler. Her gün son çıkışın hedefi içinde yaşadığımızı bile bilmiyoruz. Belki de biliyoruz ama yapacak bir şey olmadığı için umursamıyoruz. Son çıkış piyangosu kalabalık mekânlarda bilet satmaya devam ediyor.

Son çıkışın her şekli beni rahatsız ediyor. İlle de trajik bir olay yaşanmasına veya bir terör saldırısı olmasına gerek yok. Tetkikler için bir geceliğine hastaneye giden Bedia teyzenin bir daha hastaneden hiç çıkamaması, üzerinden uzun yıllar geçse de belleğimdeki yerini koruyor. Giyin, kuşan, kendi ayağınla doktora git, bir daha da hiç çıkama. Neden? Çünkü son çıkış duvarların arkasına saklanmış sinsice onu bekliyordu da ondan.

Rahmetli anneannemiz, bugün Yunanistan toprakları içinde kalmış olan evlerini nasıl terk edip de buralara geldiklerini anlatırdı bize. Evini temizle, topla; sonra da bırak gel. Garip bir son çıkış. Bugün zavallı mültecilerin başına gelen durum da çok farklı değil.
Rahmetli Seçkin teyze, evinden bilerek çıktı ve bir yaşlı bakımevine yerleşti. İyi bakılıyordu, arkadaşları vardı, keyfi de yerindeydi ama bu benim için son çıkışın burukluğunu azaltmıyor. Yıllardır yaşadığın evinden bir daha hiç geri gelmeyeceğini bilerek çıkmayı, ben çok üzücü buluyorum. Dünyanın en iyi bakımevine de gitsen, evini terk etmek başka bir duygu. Son çıkış geliyor ve alıp sizi bambaşka diyarlara götürüyor. Gittiğin yer artık senin evin değil. Ölene kadar misafir olacağın bir otelde yepyeni bir yaşama yelken açtın.

Bu nedenden dolayı hiçbir zaman yaşlıların veya ihtiyacı olanların evlerini terk edip bakımevlerine gitmesine sıcak bakmadım. Her zaman bana soğuk geldi. Son çıkışın bilmeyerek olanı çok trajik ama bilerek olanı da çok soğuk ve çok ruhsuz.

Başta da belirttiğim gibi hepimiz bir gün son çıkışımızı yapacağız ama erken olanları, trajik olanları bizleri çok daha fazla etkiliyor. Her akşam gördüğüm şehit cenazeleri; kendimi çok lüzumsuz, çaresiz ve beceriksiz hissetmeme neden oluyor. Sanki bir şeyler yapabilseydim minik çocukların gözlerindeki yaşları önleyebilirdim gibi hissediyorum.

Ülke olarak zor günlerden geçiyoruz. Üzgünüz, hatta depresyondayız. İki yıl boyunca her akşam milyon tane sorun dinleyen bir milletin mutlu olması mümkün değil.
Uzun süre oturduğunuz bir evden taşındığınız zaman bile insanın içinde bir hüzün oluyor. Çok daha güzel bir eve bile taşınıyor olsanız, içinizdeki üzüntüyü kontrol edemiyorsunuz. O gün, o ev için “son çıkış” vaktinin gelmiş olmasını midenizde bile hissediyorsunuz. Bir de tamamen çıktığınızı ve bir daha hiç evinizin olmayacağını düşünün.

Son çıkışın çok değişik şekilleri var. Benim için hepsi de çok üzücü. Dünyayı umursamayan rahat insanlardan olmak isterdim ama ne yazık ki fabrika ayarlarım öyle ayarlanmamış. Hiç tanımasam da öğrenciler ölmesin diye sobayı kucaklayan kahraman öğretmeni ben unutamıyorum. Beynimde yüzlerce, binlerce “son çıkış” var. Sevgili Neşe abla da orada, bir daha evine hiç dönemeyen zavallı Özgecan da.
Allah hepimize yaşamın da, çıkışın da hayırlısını versin.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

7 Haziran 2016 Salı

Herkes Kapısının Önünü Temizlesin...

Günaydın dostlar…

“Herkes kapısının önünü temizlerse bütün şehir temiz olur” sözünü hepimiz duymuşuzdur. Bu söz Avrupa’da ve Amerika’da pratikte de büyük karşılık bulan bir paylaşımdır. Bilhassa Amerika’da bahçenin ve kapının önünün temizlenmesi hiç bitmeyen bir uğraştır.
Amerika açısından baktığımız zaman; kapının önünün temizlenmesi konusunun sadece süpürmek ve/veya yıkanmaktan ibaret olmadığını görürüz. Michigan gibi eyaletlerde, en önemli konulardan bir tanesi de karların temizlenmesidir.


Hukukçu değilim ama bildiğim kadarıyla, kapınızın önündeki ve bahçenizdeki karları, buzları temizlemezseniz, biri de gelip kafasını kırarsa sorumluk size ait oluyor. Her daim mahkemeye verilme korkusuyla yaşayan Amerikalılar, bu konuya da azami önem gösterirler.

Amerika, Avrupa iyi güzel de, “kapının önünü temizleme” konusu Türkiye’de nasıl yürüyor? Bizdeki temizlik, eline hortumu alıp her yerin içine etmekten ibaret. Allah var doğduğumuz günden beri hortumla sağı solu ıslatmaya karşı bir merakımız vardır. Bu merak yüzünden, Emin de sabahtan akşama kadar Beylerbeyi’ndeki bahçeyi sulardı.

İki konuya büyük zaafımız vardır. Hortumla bir yerleri sulamak, bir de hortumdan su içmek. Sıcak bir yaz gününde bahçe sulayan bir insanın hortumundan içilen suyun tadı dünyanın en iyi kaynak sularında bile yoktur. Suyun boynumuzdan midemize doğru akmasına bile aldırış etmeyiz. İçeriz de içeriz…

Allah var temiz milletizdir! Evimizin dükkânımızın önünü ıslatmaya bayılırız. Dükkânın kapısından kaldırıma doğru su tuttuğumuz zaman, etraf mis gibi olur. “Ama akan sular toz toprakla karışıp, kaygan bir balçık halinde kilometrelerce sağa sola akıyor” gibi bir yorum sakın yapmayın. O kadar kusur kadı kızında bile olur. Ayrıca 5 tane cadde geçerek denize ulaşan sular, bahaneyle etrafı da yıkamış oluyor.

Etrafı ıslatmayı seviyoruz. Hortumu alıp oraya buraya su tutmak psikolojimize iyi geliyor. Eskiden oyun merkezlerinde tazyikli su fışkırtan oyuncaklar filan olurdu. Hemen itiraf edeyim, onlarla oynamayı ben de çok severdim.
Dediğim gibi ıslatmayı seviyoruz. Ondan sonrası yok. Islattıktan sonra paspasla etrafı temizlemek, suları toplamak gibi bir yaklaşımımız hiç yok. Millet de geri zekâlı olmasın. Yerlerin ıslak olduğunu gördüğüne göre adımlarını ona göre atsın. Buna rağmen de düşerse demek ki kaderinde düşmek varmış. Belki de “düşmek” yürüme işinin fıtratında var.

Bir de bu işi daha ileri götürenler var. Bazı tertemiz kardeşlerimiz, hortumla ıslatma işine bazen deterjan da karıştırıyorlar. Demin tarif ettiğimiz senaryonun aynısı bu sefer de deterjanlı sularla yaşanıyor. 15 metrekarelik bir alanı temizleyen vatandaşımız, 1500 metrekarelik bir alanın deterjanlı pis sularla kaplanmasına neden oluyor. Bu tip temizlik çalışmaları çok zevkli oluyor. Erenköy’den yola çıkardığın deterjanlar, 25 ayrı sokaktan geçerek 2,5 saat içinde Marmara Denizi’ne ulaşıyor.

Aslında düşünüyorum da, belki de bu pis suların üzerinde taşımacılık filan gibi bir şeyler yapabiliriz. Boşuna akmasınlar. Elektrik üretimi de iyi bir fikir olabilir.

Deterjanlı sular, dükkânın önündeki kıç kadar alanı gıcır gıcır yaptığı gibi, bir güzel tarafları daha var. Normal suya göre çok daha kaygan oldukları için insanların kafalarını kırmalarının ihtimalini de arttırıyorlar.
Tamam, laf sokuşturma işini bir kenara bırakalım ama işin gerçeği, sabah yürüyüşlerinde benim de sık sık gördüğüm gibi; bu tip kaygan zeminlerde kayıp düşmeyen insan kalmadı. Az bir düşüp doğrulanları da gördüm, yere düşüp bir daha hiç doğrulamayanları da. Kucağında çocuğuyla kayıp düşen kadıncağızın görüntüsü yıllardır gözümün önünden gitmiyor.

Sevgili komşularım; kapınızın önünü ıslatacaksınız diye (“temizleyeceksiniz diye” demiyorum) yüzlerce insanın kayıp düşmesine neden oluyorsunuz. Ya bu sevdadan vazgeçin, ya da ıslattığınız, içine ettiğiniz yerleri temizleyin.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

4 Haziran 2016 Cumartesi

Ateş Amca...

Günaydın dostlar…

Amcanın tam ismi, Ateş İlyas Başsoy. Ateş amca bundan 5-6 sene kadar önce “AKP Neden Kazanır? CHP Neden Kaybeder” başlıklı bir kitap yazmış. Her zaman olduğu gibi ben de bu kitabı basıldıktan 5-6 sene sonra ancak okuyabildim.
Ateş amca reklam işi yapıyor. Kendi ajansı var. 2009 yerel seçimlerinde, Antalya yerel seçimleri kaybedildikten sonra, Tayyip amcanın “çok ama çok anormal bir durum” demesine neden olan kampanyayı yürüten kişi.


CHP’nin adayı Mustafa Akaydın’ın hemen hemen hiçbir şansı yokken, bu amcanın ortaya attığı fikirlerle seçimi kazanmasını sağlayan, sokağın nabzını iyi okumayı başarabilen bir uzman. Kendisi reklam kökenli olmasına rağmen, 2009 yerel seçimleri örneğinde olduğu gibi, günümüzde seçimleri kazanmanın siyasi reklamlarla değil, ancak başarılı bir algı yönetimi kampanyası ile mümkün olabileceğini anlatıyor. Ne Menderes Türel, ne de partisi böyle bir neticeyi hiç beklemiyorlardı.

Ortaya atılan konu, seçim sonuçlarını (Ateş amcanın tanımlamasıyla) siyasetsiz seçmenlerin belirlediği gerçeğidir. Ülkemizde hiçbir partiye gönül bağı olmayan, tamamen kendi derdi ve menfaatlerinin peşinde olan %30’luk bir seçmen kitlesi var. Bu kitleyi, yaptıkları veya yapacakları hizmetlerle kendi yönüne çekmeyi başarabilen parti, seçimi de kazanıyor. Bu grubun belli bir yapısı yok. İçlerinde her kesimden insan var. 

Günümüzde AKP’nin de, CHP’nin de %20’lik bir çekirdek seçmeni var. Burada sorulması gereken soru, “Çekirdek seçmen %20 iken nasıl oluyor da AKP oyların yarısını alıyor?”. Alıyor zira son seçimlerde siyasetsiz seçmenlerin oylarının hepsini alıyor. CHP bu pastadan en fazla %2-3 gibi bir pay alabiliyor.

Bu aşamada hemen şunu da belirteyim; Ateş amcanın çok sinir bozucu bir tarzı var. Bütün kitap boyunca her şeyi ben bilirim tonundaki ukalalık devam ediyor. Geçmiş yıllardaki tecrübelerim bana gösterdi ki, bu reklam işi ile kibir ve ukalalık arasında doğru bir orantı var. Yaratıcı fikirler kendine çok fazla güveni olan insanlardan çıkıyor.

Tarzı çok sinir olmakla beraber, bizim amcanın tespitleri çok doğru. Gelecek 5-6 yıl içinde şöyle olur, böyle olur dediği şeylerin, büyük bir çoğunluğu gerçekleşti. Çeşitli sosyal platformlarda bizler gibi düşünenleri mutlu etmekten başka bir işe yaramayan paylaşımlarla hiçbir yere varılamayacağını çok net bir dille anlatmış. Amcanın sevdiğim bir diğer özelliği de, basit ve net konuşuyor olması. Kitabın içi bir sürü ağdalı cümle ile doldurulmamış.
Antalya başarısından sonra benzer çalışmalar genel seçimler içinde yapılmak istenmiş ama bir türlü Ankara’daki CHP içi kemikleşmiş muhalefeti aşamamışlar. Başarısızlıkları bir yaşam şekli olarak benimsemiş şahıslar, hiçbir şeyin değişmemesi için ellerinden geleni yapmışlar.
Ateş amcanın da katkılarıyla CHP 2009’da Antalya’da yerel seçimleri kazanmış. Peki, sonra ne olmuş? Cevap veriyorum, hiçbir şey olmamış. Seçim kampanyası sırasında verilen sözlerin hiçbiri tutulmamış. Doğal olarak da bir sonraki seçimde Menderes Türel geri gelmiş.

Bu kitapta, Selim Türkhan ismiyle tanımlanmış olan siyasetsiz seçmen de en çok sözlerin tutulmamasına bozuluyor. Bunlar makul insanlar ve söz verilen hizmetleri almak istiyorlar.

Son 13 yıldır da gördüğümüz gibi eğer ki seçimleri kazanmak istiyorsanız; o partiyle, bu partiyle değil, Süleyman Türkhanlarla koalisyon kurmanız gerekiyor. %30’lara varan çok büyük bir oy potansiyelini yanınıza çektiğiniz zaman açık farkla birinci parti olabiliyorsunuz.
Bu kitap her ne kadar 5-6 yıl önce yazılmış olsa da, yine de okumayan bütün arkadaşlara tavsiye ederim. İlginç bir kitap ve içinde enteresan yaklaşımlar ve sıra dışı düşünceler var. Ateş amcanın her dediği ile hemfikir olmak zorunda değiliz ama en azından ne dediğine birazcık kulak kabartabiliriz…

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

1 Haziran 2016 Çarşamba

Lütfen Yardım Edin

Günaydın Dostlar,

Hayat sokaklarda. Sokaklarda dolaşırken yaşamadığınız tecrübe kalmıyor. Ben çok fazla sokaklarda dolaşmayı sevmiyorum ama sabah yürüyüşleri sırasında karşıma çeşit çeşit konular çıkıyor. Bazıları güldürüyor, bazıları da üzüyor.
Yaşadığım en ilginç gelişmelerden biri de geçen hafta sonu Ankara’da karşıma çıktı. Emek Mahallesi’nin sessiz sokaklarında ilerlerken, bir bayanın bir türlü arabayı sokağın başından hareket ettirip caddeye dönemediğini fark ettim.


İlk aşamada araba düz vites olduğu için, yolda da hafif bir yokuş olduğu için teyzemin bir türlü arabayı kaldıramadığını düşündüm. Yolun sağ tarafında da arka arkaya taksiler duruyordu. Bir anda yaşı benden en az on yaş küçük olan teyze “delikanlı” diye bana seslendi. Arkamda, sağımda solumda kimseyi göremeyince mecburen “Buyurun.” diye cevap verdim.

Son derece şık işkadını kıyafetindeki teyze, büyük bir nezaketle, “Lütfen bana yardım eder misiniz, kalp krizi geçiriyorum.” dedi. On beş saniyelik bir şoktan sonra kadıncağız tekrar konuştu. “Lütfen arabamı buraya park edip taksiyle beni hastaneye yollayın.” diye devam etti.

Tam ben kapıyı açtığım sırada sağ olsunlar taksi durağındakiler ve etraftakiler de geldiler. Kadıncağızı çıkarıp taksilerin bir tanesine götürürken başka bir arkadaş da arabayı park etti. Arabanın anahtarını çantasına koyduk ve taksinin arka koltuğuna bindirirken teyzemin son derece bunaldığını ve boncuk boncuk terlediğini gördüm.

Taksiye bindirdik bindirmesine ama tek başına da yollayamayız. Tam “Kim gitsin?” diye konuşurken aynı sokaktan bizim teyzeyi tanıyan bir anne ve kızı belirdi. Teyzem de onları gördüğüne memnun oldu ve son anda acilen taksiye binerek hep beraber gittiler. Benim tahminim teyze evinden daha yeni çıkmıştı ve bu iş başına geldi. Yoldan gelenler de (muhtemelen komşularıydı) ayrı bir şaşırdılar. “Ne oldu?” diye sorup durdular ama teyzem onlara cevap vermedi. Daha doğrusu verecek hali kalmadı. “Bilmem ne hanımcığım ne oldu, iyi misin?” derlerken teyzemin ismini de söylediler ama ben o kargaşada ne olduğunu anlayamadım.

Benzer bir olayı da yıllar önce Amerika’da yaşamıştım. Yolun ortasındaki dönme şeridinden bir türlü dönemeyen bir amca, elini camdan çıkararak beni çağırmıştı. Yanına gittiğimde de “Kalp krizi geçiriyorum, hemen bir ambulans çağırabilir misiniz?” diye fısıldamıştı.
O zamanlar iş daha zordu. Ne cep telefonu var ne de başka bir şey. Hemen yakındaki bir emlak ofisine grip ambulans çağırmalarını söylemiştim. Amcanın yanına döndükten beş dakika sonra da ambulans gelmişti.
Birtakım sıkıntılar yaşarken bana “delikanlı” deme zarifliğini gösteren bu teyzeye gerçekten ne olduğunu bilmiyorum ama böyle bir durumda bir insan ancak bu kadar sakin ve zarif olabilirdi. Teyzem gerçekten mi kalp krizi geçirdi yoksa bir mide spazmı mıydı bilmiyoruz ama ömür boyu bir daha hiç görmeyeceğim bir insanla hayatımın en ilginç anlarından birini yaşadım.

Bu yaşananları anlattığım bir arkadaşım da “Aslında numara da olabilir.” dedi ama yarım asırlık tecrübemle bana pek de numara gibi gelmedi. Bu devirde hiçbir şeyden tam olarak emin olamayız fakat gerçekten ortada sıkıntılı bir durum var gibi duruyordu.

Bizler iyi niyetimizle elimizden geleni yaptık. Şeytanın bile aklına gelmeyecek başka birtakım senaryolar oynandıysa o durumu da Allah’a havale ediyorum.
Bazen, yazılarım olmadık yollardan geçerek, hayalimizde bile canlandıramayacağımız yerlere ulaşıyorlar. Bir gün bu yazım da bizim teyzeye ulaşırsa belki gerçekten ne olduğunu o gün öğreniriz.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…