4 Nisan 2019 Perşembe

Hayatta Kalma Mevsimi...

Günaydın dostlar…

Kış mevsimi bitti, ilkbahar da başlamadı, bu başka bir mevsim. Bunun adı “Survivor Mevsimi”. Her yıl olduğu gibi bu yıl da Survivor mevsiminin tam ortasındayız. Her gece Dalaka’nın Atakan’a olan aşkını ve Melisa'nın Yusuf’a yakınlaşmasını takip etmekten ülkece yorgun düştük.
Bunu böyle yazıyorum diye, oturup saatlerce televizyon izliyorum da zannetmeyin. Kanallarla oynarken bu kadar bilgiye sahip olabiliyorsam, bir de oturup her gün takip etsem yün don ölçülerine kadar öğrenebilirim.


Survivor kaç yıldır televizyonlarda bilmiyorum ama en azından 130 yıl kadar oldu diye düşünüyorum. Bu programda her yıl yarışmacıların birbirlerine söyledikleri en büyük laf da, “Sen samimi değilsin, tribünlere oynuyorsun”. İşin komik tarafı, hepsi tribünlere oynamak için orada. Yarışmanın formatı böyle yazılmış.

Bu program ne zaman karşıma çıksa, “Ulan ben bu adada olsam, bu yarışmaya katılsam ne yapardım?” diye kendi kendime soruyorum. En başta sıkılırdım. Bırakın böyle bir ortamı 5 yıldızlı bir otelde olsam yine sıkılırdım. Yağ, bal olsa yenmez.

Bindik uçağa Dominik Adası’na gittik, sonra ne yapacağız? Hemen söyleyeyim, saatlere alışabilmek için benim 3-4 gün dinlenmem gerekir. Bizimkiler adaya varıyorlar, sonra da bunlara diyorlar ki, “Erzak oyunu oynayacaksınız yoksa aç kalırsınız”. Durun bir kardeşim yol yorgunuyuz. Türkiye’de saat sabahın 3’ü olmuş, gözlerimi açamıyorum, onlar bana “Erzak oyunu” diyorlar.

Geceleri bazen soğuk olduğunu görüyorum ama yine de yün don götürmezdim diye düşünüyorum. Onun yerine 50 tane mayo götürürdüm. Islak mayoyla oturmayı hiç sevmem, programda sık sık beni mayo değiştirirken görürdünüz. Çocuklar sürekli ıslak ıslak oturuyorlar, hava sıcak da olsa ben rahatsız oluyorum.

Survivor sıkıcı bir ortam olurdu diye düşünüyorum. Yarışma olmadığı günlerde muhtemelen onlar da sıkıntıdan patlıyordur. İnsan evde oturunca sıkılıyor, bir de o ortamı düşünemiyorum. Üstelik evde Teknoloji 4.0’ın bütün imkânları elimizin altında olduğu halde sıkılıyoruz, ıssız bir adada kafayı üşütürüz.
Yiyecek konusu zaten başlı başına bir problem. Sıkılan insan ne yapar? Bu topraklarda yaşıyorsa, bir şeyler yer. Bir gün evden çıkmasam, “Acaba ne yesem?” diye sorgulamaya başlıyorum. Öyle bir adada; gelen giden yok, yiyecek bir şey yok, kuruyemiş çeşitleri yok, alkol zaten yok, meşrubat yok, çikolata yok, dondurma yok, o yok, bu yok geçmez o günler.

Bir de, Türkiye’de ve dünyanın diğer yerlerinde neler olduğunu merak etmek var. Bence ada yaşamının en zor tarafı da budur. Amerika’ya ilk gittiğimiz yıllarda, mektuplaşma dışında bir iletişim imkânımız yoktu. Mektuplar averaj 15 günde gelir giderdi ve senin sorduğun bir soruya cevap alman bir ayı bulurdu. Çoğu zaman da verilen cevabın bir anlamı kalmazdı.

Yazmışsın kızın birine “Sana karşı hislerim var” diye, kız sana cevap yazana kadar hislerin kaybolur. “Gözden ırak, gönülden ırak” diye boşuna dememişler.

Hindistancevizi ile akraba olarak o adada aylarını geçirmeye çalışanların Allah yardımcıları olsun. Ben 5 dakika izliyorum, durumlarını görünce sıkıntıdan patlıyorum, onların halini düşünemiyorum. Orada kaldıkları her hafta için yüklü miktarda para aldıkları söyleniyor ama yine de zor bir ortam. Burada çektiğim sıkıntılar bir gün bana yol, su, elektrik olarak geri döner umuduyla çileli haftalara tahammül ediyorlar.
Biraz aç kalınca, yürüyecek halimiz kalmıyor. Onlar bir yengeç yakalayıp, 16 kişiye bölüyorlar ve o sıcakta zorlu parkurlarda yarışıyorlar.

Düşündüm de, tahtada yatmak da çok zor, vallahi belim ağrır.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

2 yorum:

  1. Günaydınn, sabah sabah gayet mantıklı bir yazı ile kendime geldim. Ayrıca ıslak mayo ve açlığa ben de gelemem.

    YanıtlaSil
  2. Kalemine sağlık. Bana göre değil.izci olacak yaşı çoktan geçtik.

    YanıtlaSil