25 Temmuz 2014 Cuma

Udaipur Buluşması...

Günaydın dostlar…

Eski işyerimde satınalma işlerini organize eden grup, yılda üç kere sırayla üye ülkelerin ev sahipliğinde toplanıyordu. Her toplantı değişik bir ülkede yapılıyordu. Bu kapsamda İstanbul’da da bir toplantı yapmıştık ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelen insanlar İstanbul’a ve Boğaz’a hayran kalmışlardı. Ben de bu oluşumun kuruluşunda görev almış ve yönetiminde oturan sekiz üyeden biriydim.
Rotasyon sırası gelen üyelerden biri, toplantıyı Udaipur’da yapacaklarını açıkladı. Tabii ilk iş olarak girdik Google’a, Udaipur’u aradık. Yukarı çıkıp çok sevdiğim (ve özlediğim) Filiz Hanım’a, “Filiz Hanım, grup toplantısının yeri ve zamanı belli oldu” dedim. “Neredeymiş?” dediğinde, “Udaipur” diye cevap verdim. “Neresi?” diye tekrar sordu. “Udaipur, Hindistan” dedim.
İki gün sonra sevgili Filiz Hanım geldi ve “İnanmayacaksınız ama iki uçak arasında Yeni Delhi’de 11 saat bekleme süresi var” dedi. Hemen Viyana’daki dostumu arayıp bir fikir alayım diye düşündüm.  Öğrenelim bakalım o nasıl gidiyor.  Maalesef onun durumu da benden beterdi, o da 12 saat bekleyecekmiş.
11 saat havaalanında beklenmez; aldık bavulu, gittik havaalanına yakın bir otele. Akşam oteldeki çok güzel bir Brezilya restoranında yemek yiyip yattım ve sabahın köründe tekrar kalkıp havaalanına gitmek üzere otelden ayrıldım.

Küçük bir uçakla 1,5 saat kadar süren bir yolculuktan sonra Udaipur’a vardık. Havaalanında karşılamak için bekliyorlardı ve uçaktan inecek herkes için ayrı bir araç yollamışlardı. Herkes kendi aracına bindikten sonra konvoy halinde yola çıkıldı. Git Allah git yol bir türlü bitmiyor. “Her halde karadan Delhi’ye geri gidiyoruz” diye düşündüm. Uzun bir karayolu yolculuğundan sonra bir yerlere vardık ama ortada otel filan yoktu. Bir göl kıyısında durduk. Meğerse otele tekne ile gidiliyormuş. Otelin kara bağlantısı yok gibi bir şeymiş. Biz zavallı Anadolu çocukları nereden bilebilirdik böyle olduğunu.

Göl ve etrafı gerçekten çok güzel, çok değişik bir yerdi. Bu bölgede James Bond filmleri de dâhil olmak üzere birçok film çekilmiş. Tekneden inip otele doğru merdivenlerden çıkarken üzerimize kırmızı gül yaprakları döktüler. Hizmet inanılmazdı ve resepsiyona filan hiç uğramadan doğrudan odalarımıza çıktık.

Odalar muhteşemdi. Neredeyse üç oda bir salon ev gibiydi. Köşede kocaman bir bar duruyordu. Barın yanında da yerel kıyafetleri içinde bir kız durduğunu fark ettim. Şaşkın bir şekilde kıza bakarken “Ben sizin özel oda hizmetçinizim ve içecek ihtiyaçlarınızı filan karşılayacağım” dedi. “Sen orada hep öyle duracak mısın?” diye sorduğumda, “Arzu ederseniz 24 saat burada biri durabilir” dedi. “Gerek yok, gerek yok; ben şimdi biraz dinleneceğim, sonra ihtiyaç olursa seni çağırırım” dedim ve kız gitti. Bir daha da hiç görmedim. İçinden “Allah’ın öküzü” demiştir. Düşünebiliyor musunuz, siz orada uyuyorsunuz ve barda birileri duruyor.
Haritada bakınca yakın gibi görünmüştü ama Udaipur’a varmak bir ömür sürdü. Brezilya’ya gitmek oraya gitmekten daha kolay olmuştu. Resimlerden de gördüğünüz gibi Udaipur değişik ve çok güzel bir yer. Her zaman gidilecek bir yer de hiç değil. Oraya ulaşmaya çalışmak tam bir ömür törpüsü.

Güzel bir haftadan ve yüzlerce sunumdan sonra dönme vakti geldi. Sabah herkes otel girişinde buluştu. Yine konvoy halinde havaalanına doğru yola çıkacağız. O zamanlar salgın filan da yoktu ama nedense herkese ayrı araç ayarlamışlardı. Döneceğiz dönmesine de ama küçük bir sorun var. Emin çok hasta kalktı. Ben şimdi detaylarını yazmayayım ama aklınıza gelebilecek her türlü sorun vardı. Pakistan’da cirit atan ben, Hindistan’a beş gün dayanabildim. Altıncı günde bütün sistemim çöktü. İşin kötü yanı, domuz gribinin de en gündemde olduğu dönemlerdi.

Su bile içemediğim bir durumda, ateşim 39-40 derece olmuşken bu tekne, araba, uçak, araba, otel, araba, uçak, araba yolculuğunu tamamlayıp İstanbul’a varmam gerekiyordu. Yeni Delhi’ye vardığımızda (İstanbul uçağı 11 saat sonra kalkacağı için) hemen otele gidip, saati kurup son enerjimle kendimi yatağa attım. Dokuz saat geçip de saat çaldığında, bana daha on dakika geçmişti gibi geldi. Zar zor giyinip aşağıya indim ve havaalanına gitmek üzere beni bekleyen araca binip yola çıktım.

Yedi saatlik bir uçuştan sonra saat 17.00 gibi Atatürk Havalimanı’na indiğimde çilem bitti zannetmiştim ama bir anda İstanbul gerçeklerini hatırlayıverdim. O saatte Şaşkınbakkal’a gitmek en az Udaipur’dan dönmek kadar zordu. “Otuz saattir aç ve susuz bir şekilde yollardayım, bırakın beni geçeyim” diye bağırmak hissi doluyor insanın içine. Korkudan bir yudum bile su içemedim. Atatürk Havaalanı’ndan çıkıp, arabamı alıp yola çıktığımda saat 18.00 olmuştu. Bende enerji sıfır, hastalık elli çeşit ama bir yandan da düğüm şeklinde bir trafiğin içine doğru gitmek zorundayım. Galiba günlerden de cumaydı. Zorluk parametrelerinin maksimumda olduğu bir akşamda, saat 20.30’da halen köprüyü geçememiştim. Uzun lafın kısası tam dört saat sonra eve varabildim.
Daha sonraki günlerde, sağ olsun sevgili doktorum beni iyileştirdi ve “Ne geçirdiğini bilmiyorum ama umarım bana bulaştırmazsın” dedi…

Bu son hastalık ve yollarda sürünme olmasaydı aslında değişik bir yerde çok güzel bir hafta geçirmiştik ama son gün ortaya çıkan hastalık resmen dayanabilme sınırlarımı test etti.
Pişman mıyım? Asla. Olacak o kadar, sonuçta “her güzelin bir kusuru var”.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder