3 Aralık 2014 Çarşamba

Yağmurlu Bir Gündü...

Yağmurlu bir gündü, tıpkı bugün gibi, kaybetmiştim seni, taştı gözyaşım, karıştı yağmura. Ne güzel sözler değil mi? Nedendir bilmiyorum ama sabahtan beri bu şarkıyı mırıldanıyorum ama bugünkü konumuz bu değil.

Hepinizin bildiği gibi, eski bilgisayarımın beni terk etmesinden sonra, yeni bir bilgisayar ile yepyeni bir ilişkiye başladım. Pazar sabahı buluşmaya giderken de aynen bu sabahki gibi yağmur yağıyordu. Mırıldanmalarımın nedeni, belki de pazar sabahının da böyle yağmurlu bir gün olması olabilir.
 
İnanmayacaksınız ama bu sabah sizlerle paylaşmak istediğim konu, bilgisayar alımı da değil. Asıl söz etmek istediğim konu yağmurlu pazar sabahında sokaklarda olan alışık olmadığımız türden insanlar.
Şaşkınbakkalda’ki dar demiryolu köprüsünü hepiniz bilirsiniz. Yağmur yağdığında o köprünün altındaki yolun su dolduğunu da buralarda yaşayan herkes çok iyi bilir. Siz kenardaki 13 cm genişliğindeki kaldırımdan geçmeye çalışırken, suyun içine son hız dalan arabalar sizi donunuza kadar ıslatır. Yağmurda o köprünün altından geçmeye çalışmak riskli bir iştir.

Ben arabayla köprüye doğru giderken, tam karşıdan gelen arabanında böyle bir iş yapacağını düşünüyordum ki, araba birden yavaşladı ve sakin bir sandal edasıyla geçti köprünün altından. Kendilerini çamurlu su banyosu almaya hazırlamış insanların da hevesi kursağında kaldı. Kim bilir belki de şifalı bir çamurdur ve insanlar bilerek yapıyorlardır. Uyku sersemi bu ince düşünüş beni şaşırttı ama çok ta üstünde durmadım.

Atatürk Caddesi’nin köşesindeki yaya geçidinin oraya geldiğimde bu sefer de arabanın teki geçitteki yayalar için durdu. Artık çok fazla olmaya başladılar. Kamera şakası filan mı acaba diye etrafıma bakınmaya başladım. Rüya olmadığından eminim ama yine de bir terslik var. Yoksa uyurken bir anda bir Orta Avrupa ülkesine filan mı gittim?

Şaşkınlıklarımı üzerimden atıp, Meydan alışveriş merkezinde 1300 tane bilgisayarın yan yana dizildiği mağazada aldım soluğu. Bakmadığım bilgisayar kalmadı. Millet sokaklara dökülmeden erkenden gideyim diye düşündüğüm içinde içeride neredeyse benden başka kimse yoktu. Kimse olmayınca çalışan çocukların bütün ilgisi benim üzerimde. Hepsi nasıl ilgili ve bilgili inanamazsınız. Ağabey diye etrafımda dört dönüyorlar ama bu kadarı da fazla artık. Yola çıktığımdan beri maruz kaldığım medeni ve iyi niyetli davranışlar sinirimi bozmaya başladı.

Lafı uzatmayalım sonunda bir markaya karar verip alımı gerçekleştirdik ama bir de içine programların kurulması gerekiyor. Bunun için de aşağıya inip, kasada ödeme yapıp, bilgisayarı teknik servise vermek gerekiyor. Biliyorsunuz günümüzdeki bilgisayarlar artık çok küçük ve hafif ama satışı yapan çocuk, “Ağabey sen yorulma ben taşırım aşağıya kadar.” dedi.

Fazla iyilik, her zaman can sıkıcıdır. İki ihtimal var. Ya benim lokum kutusu büyüklüğündeki kutuyu aşağıya kadar taşıyamayacağımı düşünüyor, ya da çocuk gerçekten iyi niyetli. Lokum demişken, tabi ki Sahi İstanbul lokum kutusundan bahsediyorum. 20 TL yükleme parasını da vermedim. Bu kadar alım yaptım hayatta vermem deyince aralarında hallettiler.

Bilgisayarın kurulması bir zaman alacak, oldu olacak şuradaki kahveciye gireyim dedim. Kahvenin parasını ödedim, tam öbür tarafa gidip kahvemi alacakken, orada çalışan çocuk, “Ağabey sen otur, ben getiririm.” dedi. Haydaaa, kesin rüyadayım, kesin.
Gazeteler bazen, “Pazar sabahı Kadıköy’de ne oldu?” gibi başlıklar atıyorlar ya, gerçekten ne olduğunu ben de bilmiyorum. İyi niyetli, medeni, nazik insanların hepsi bana denk geldi. Belki olacağı vardı, belki de öküzcükler uyanmadan sokağa çıktığım için hiçbirine rastlamadım.

Aslında ne olduğu çok ta önemli değil, önemli olan bu ülkede (sayıları giderek azalsa da) halen birçok güzel insanın olduğudur. Kimse öküzcükler yüzünden insanlığa olan inancını kaybetmesin…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder