25 Mart 2014 Salı

Ankara'da Oyuncak Almak

Günaydın Dostlar,

“Onun bunun elinde oyuncak olduk be ağabey, artık bu devirde kime inanacağımızı şaşırdık.” dedi dün bindiğim taksiyi kullanan amca.

Doğru söyledi sevgili amcam. Ankara’da oyuncak almak çok zordur ama oyuncak olmak çok kolaydır.
"O da nereden çıktı, her yer oyuncakçı dolu." diyeceksiniz. Doğru, şu anda öyle ama 1960’larda, bizim çocukluğumuzda hemen hemen hiç yoktu. Şimdiki çocukların oyuncaklara burun kıvırmalarını görünce çocukluğumuzda Ankara’da oyuncak almanın ne kadar zor olduğu aklıma geliyor. İşin komik tarafı paran varsa bile zordu çünkü yoktu.

Bırakın oyuncağı, bir top almak bile imkansızdı. Bakkallarda filenin içinde giriş kapısının yakınlarında bir yerlerde asılı duran naylon toplardan alırdık, o da iki saat sonra patlardı. Patlamış topu biraz yarıp yeni aldığımız topun üzerine geçirirdik ki biraz korusun diye. Böyle iç içe geçmiş dört beş top görmek mümkündü…Bu toplarla sokakta maç yapmak herhalde en büyük eğlencemizdi. Bir maç biter, başka bir maç başlardı. Top bulamadığımız zamanlarda limon kabuğuyla daire oynamak da çok zevkliydi. Daire genelde kışın oynanırdı. Limon kış bitkisi olduğu için herhalde...

Ankara’da küçük Matchbox arabalardan almak da çok zordu. Birincisi annem çok tutumlu olduğu için ikincisi de çok da kolay bulunmadıkları için... Alacağın yerde de en fazla üç tane araba olurdu ve bir tanesini seçmek zorunda kalırdın. Onu bile almak için bizim evde  en az on üç gün uslu durmak gerekirdi.
Ortalarda çok fazla bir oyuncak olmadığı için hayat sokakta geçerdi. Bir tahta ve dört rulmandan yapılan tornetler çok havalıydı. Tornetle Bahçelievler’de inmediğimiz yokuş kalmamıştır. Bisiklet mi dediniz? İmkansız, annemi kandırsan babam almaz.  Anlayacağınız bisiklet almanın oluru yoktu. Gerçi sonunda yine babam seyahatteyken annemi kandırarak almıştık ama bisiklet alındığında en az on beş yaşındaydım.

Sokakta oynanan saklambaçlar birçok ortaokul, lise aşkının kıvılcım platformu olmuştur. Tesadüfen aynı noktada saklanıyormuş gibi yapılarak koşulan duvar arkaları ve orada yapılan konuşmalar, Ankara ilişkilerinin başlangıç noktasıdır. Kıza gel de pastaneye gidelim, diyecek halin yok. Diyelim ki dedin, diyelim ki kız da kabul etti ama zaten muhtemelen annem para vermezdi ve gidemezdik. Babamdan para istesek belki verecek ama ondan da korkudan isteyemezdik. Doğal olarak saklambacın tadı akşam çıkar. Ankara’nın elli derece öğlen sıcağında saklambaç oynayamazsın.

Peki gündüz ne oynanır. Gündüz maç yapılır, daire oynanır, çivi oynanır, seksek oynanır, ip atlanır ve lastik oynanır. Bu oyunların hepsinin kendine göre bir mevsimi vardır. Öyle her mevsimde oynayamazsın. Çivi oynayabilmek için çamur lazım, o da genelde kışın olur. Yazın kimse çivi oynamaz. Lastik ülke yaşamında bir dönemdir. Kız, erkek belli bir jenerasyon lastik oynayarak büyümüştür. Candy Crush’dan daha beter tiryakilik yapıyordu. Lastiğin nasıl oynandığını bilenler bilmeyenlere anlatsın lütfen. Zaman zaman yakantop, kukalı saklambaç gibi oyunlarda oynanırdı ama onları oynamak çok havalı bir iş değildi.

Her mahallede bahçe duvarı sohbetleri de çok meşhurdu. Önceden belirlenmiş bir duvar üstünde oturulup sohbetler yapılır, ay çekirdeği yenilir, dondurmalar alınır hatta ve hatta zaman zaman daha sonraki yıllarda biralar bile içilirdi. Kaldırımlar ay çekirdeği kabuğundan geçilmezdi.

Sakızlardan veya çikolatalardan çıkan futbolcu kartları çok meşhurdu. Kartlar biriktirilirdi ve kimin elinde tonlarca varsa acayip havası olurdu. Kart oyunu büyük bir kumardı. Yarım metre yüksekliğinde bir duvarın kenarında kartlar, yarısı dışarıda olacak şekilde tutulur ve bırakılırdı. Bir sen bir de rakibin... Yere düşen kart bir veya daha çok kartın üzerine düşerse o kartlar senin olurdu. Genellikle mahallenin azgın çocukları, bu yöntemle cici çocukların bütün kartlarını alırlardı.
Kumar demişken gazoz kapağı da iyi bir kumar oyunuydu. Kapaklar asfalta dizilir ve uzaktan taş atılarak vurulmaya çalışılırdı. Atmadan öncede sol veya sağ diye bir taraf seçilirdi. Bunun sorusu da “Hangi baş?” şeklindeydi. Seçilen baştaki kapağı vurursan dizili kapakların hepsi senin olurdu. Baş değil de iki yanındakine vurduysan bu sefer de vurduğun kapaktan sona doğru olan bütün kapaklar senin olurdu. Bu oyunun aynısını gelir düzeyi yüksek olan çocuklar misketle oynarlardı. Elinde torba, içinde yüzlerce misket sokakta dolaşan çocuklar olurdu.

Babacığımın aldığı elektrikli treni de unutmamam lazım. Elektrikli, transformatörü filan olan ve de kendi kendine gidecek olan bir tren. İnanılmaz bir olay… Tren çok komplike görünüyordu. Raylardan çıkıp transformatöre bağlanan kablolar filan vardı. Doğal olarak olay beni aşıyordu ve babamın kurması gerekiyordu. Tren iki yıl kadar kutusunda durdu ve babam çalışmaktan ve seyahatlerden hiçbir zaman fırsat bulamadı. En sonunda Emin annesinin bütün “Yapma oğlum, bozarsan bir daha hayatta alamayız.” laflarına aldırmadan treni kendi kurmaya kalktı ve de başardı. O küçük tren bugün daha büyümüş, tamamen elektronik olarak yönetilen bir tren olarak halen durmaktadır.

Evlerde evcilik oynamak çok modaydı. Son derece boktan oyuncaklarla ve plastik bebeklerle evcilik oynanırdı. Eminim hepsi zararlı madde deposuydu. O devirde zararlı maddeden üretilmiş oyuncak diye bir şey bilmiyorduk. Beni de genelde hep çocuk yapıp ev ödevi filan verirlerdi. Daha sonraki yıllarda bütün okul hayatım boyunca ev ödevi yapmayı hiç sevmedim. Boşuna dememişler “Çocukluğuna inmek lazım.” diye. Evlerde coğrafya oyunu, amiral battı gibi oyunları da sık sık oynardık. Amiral battı için kareli kağıt varsa kolaylık olurdu yoksa kendimiz çizerdi. Belirlenen harften şehir, eşya, isim vs… gibi konularda bir şeyler bulup yazmaya coğrafya oyunu denirdi. Bilenler puan alır, belirli bir süre içinde bir şey bulamayanlar o kategoride sıfır çekerlerdi.


Bir gün Türk malı legolar çıktı ortaya ve bize de yılbaşı hediyesi olarak bir kutu alınmıştı. Bizim evde yılbaşı hediyesi almak gibi bir adet yoktu ama nasıl olmuşsa o sene bir yanlışlık olmuştu. Alındı alınmasına ama legolar çok kötü, birbirini tutmaz, doğru dürüst üst üste oturmaz. Tam bir sinir harbi. Yine de legolarla epeyce oynamıştık. Kızla pastaneye gidecek halimiz yok ya.

Hiçbir şey bulamadığımız günlerde de yüksekten atlamaya bayılırdık. Bu toprakların çocuklarında, kazılmış çukurlara atlama merakı vardır. Adam ev yapacak, temel kazmış, doğal olarak bize de bir atlama alanı yaratmış. Aşağıya kim ilk atlayabilecek, ilk kimin g…. yiyecek, camia bunu merak eder görmek isterdi.

Bütün bu yokluklara ve çok limitli sayıda oyuncağa rağmen çok güzel günlerdi. En azından bize öyle geliyordu. Oyuncakların kesinlikle kıymetini biliyorduk. Şimdiki çocukların dönüp duran bir treni seyretmesi imkansız. Onlar zaten istedikleri zaman internete girip tren kullanabiliyorlar. Bizim o günlerde o trene bir vagon daha alabilmek için aylarca yıllarca beklediğimiz olurdu.
Artık günümüzde oyunlar da çocuklar da çok sofistike. Zaten doğal süreç içinde olması gereken de bu.

Çocuklar internette makinist olup tren kullanadursunlar ama benim dönüp duran, minik trenimin kalbimde de dolabımda da ayrı bir yeri vardır.
Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

1 yorum:

  1. Günaydın Dostlar,
    Yazılarımı Twitter'da AykutEvrankaya sayfasında, Facebook'ta Sabah Sabah Evrankaya sayfasında, LinkedIn'de Emin Evrankaya sayfasında takip edebilirsiniz.
    Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

    YanıtlaSil