22 Mayıs 2014 Perşembe

Barış Manço...

Günaydın dostlar…

Bu sabah yine geçmişe geri dönüyoruz. Gelin hep beraber çok güzel ve sıcacık bir yaz sabahında Tekirdağ'a doğru yola çıkalım. Hem de Tekirdağ Sahili'nin bozulmamış doğal zamanlarına.
"Etrafımızda bin türlü sıkıntı varken, sabah sabah Tekirdağ'a gitmek de nereden çıktı?" demeyin; unutmayın, burası Sabah Sabah Evrankaya.


Amerika’da yaşadığım dönemlerde nadiren de olsa yaz tatillerinde Türkiye’ye geldiğimde; genelde zamanımın çoğunu Ankara’da geçirir, İstanbul’daki dayımı, dedemi, anneannemi görmek için de Amerika’ya dönmeden önce üç dört gün de İstanbul’a uğrardım.

Hangi yıl olduğunu çok iyi hatırlamıyorum ama kardeşim Ayşın, o sene Çanakkale’nin, Ayvacık İlçesi’nin, Gülpınar Köyü’nde arkeoloji kazısındaydı ve dolayısıyla Ankara’da görüşemedik. Gitmeden önce yine her zaman olduğu gibi İstanbul’a uğradığımda sevgili kardeşim Sinan’ın kardeşi Mehmet ile sohbet ederken, “Kardeşimle filan da görüşemedim” dediğimde, “Ağabey Çanakkale dediğin yer şurası; atlarız arabaya gideriz, bir gece kalır döneriz. Ne olacak ki?” dedi.

Olurdu, olmazdı derken ertesi sabahın çok erken saatlerinde yola çıktık. Gelibolu üzerinden gitmenin daha kolay olacağına karar verdik. Tabii o zamanlar şimdiki gibi hızlı feribotlar filan yok. Gelibolu’ya gidip oradan arabalı vapur ile karşıya geçmek gerekiyor.

Tekirdağ’a vardığımızda güneş daha yeni doğmuştu. Yollar, sokaklar bomboştu ve şehirde tatlı bir huzur vardı. Denizin dibindeki çay bahçesi daha yeni açılmış, amcanın biri hortumla yerleri yıkıyordu. “Çay var mı?” diye sorduğumuzda “Buyurun daha şimdi yaptım” diye cevap verdi. Deniz tam anlamıyla çarşaf gibi, dal kıpırdamıyor. Hatta bırakın dalı, yaprak bile kıpırdamıyor.

Çayları beklerken dibimizdeki bir pastanede, siyah tepsilerin içinde daha yeni fırından çıkmış poğaçaları gördük. Sevgili Mehmet hemen gitti birkaç tane aldı. O arada çay da geldi, zaten ortam da süper, nasıl yayıldık anlatamam. Canımız bir türlü kalkmak istemiyor. Sürekli “Bir çay daha içelim de kalkalım” veya “O peynirli poğaçadan birer tane daha yiyelim de kalkalım” diyoruz ama bir türlü de ayaklanamıyoruz.
Tam bu esnada yan masalardan birine 35 yaşlarında filan, gayet uzun saçlı bir amca geldi oturdu. Bize selam verdi, biz de ona verdik ama yüz ifadesinden lafı uzatacağı da belliydi. Oturdu masasına, çayından bir yudum aldı ve “Biliyor musunuz, ben Barış Manço’yum” dedi. Her şey çok fazla güzel gidiyordu, biri veya bir şey bu ortamı bozmasa şaşardım. Adama ne cevap verdiğimizi hatırlamıyorum ama o güzel sabahın içine ettiği de kesin.
“O sizin hepinizin tanıdığı Barış Manço taklit, gerçeği benim” diyerek ikinci bir teşebbüste bulundu. Kafamı çevirip, “Allah cezanı vermesin senin!” bakışlarımla adama baktığımı hatırlıyorum.

Baktı ki ilgilenmiyoruz, bu sefer de korkunç sesiyle, bütün Tekirdağ Sahili’nin huzurunu kaçıracak şekilde, “Dağlar dağlar” diye bağıra bağıra şarkı söylemeye başladı. Mehmet’e dönüp “Kalk gidelim kardeşim” dediğimi hatırlıyorum. Düşünüyorum da, bir bakıma da iyi oldu. Barış Manço gelmese, biz orada daha kaç saat otururduk Allah bilir.
Sonunda köye vardık ve Gülpınar’da kardeşim ve arkadaşları ile çok güzel bir gün ve bir gece geçirdik ama o başka bir sabahın konusu...

Sağlıklı kalın, mutlu kalın…

 

1 yorum:

  1. Günaydın Dostlar,
    Yazılarımı Twitter'da AykutEvrankaya sayfasında, Facebook'ta Sabah Sabah Evrankaya sayfasında, LinkedIn'de Emin Evrankaya sayfasında takip edebilirsiniz.
    Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

    YanıtlaSil