11 Nisan 2014 Cuma

Boğaziçi Ekspresi

Günaydın Dostlar,

Evin hemen yanında devam eden,  hızlı tren için ray yenileme çalışmaları; bana çocukluğumuzdaki tren yolculuklarını, İstanbul’a gelişlerimizi hatırlattı. Arabayla da gelsen trenle de gelsen Ankara’dan İstanbul’a gelmek genellikle bütün bir günü alırdı. Yolların çok kötü, otobüslerin yollardan da kötü olduğu yıllardan söz ediyoruz. Günlerin uzun olduğu yaz aylarında bile tren çoğu zaman hava kararmadan Haydarpaşa’ya varamazdı.


Genelde, aile treni olarak adlandırılan Boğaziçi Ekspresi tercih edilirdi. Boğaziçi Ekspresi'nin iki tane sevimsiz tarafı vardı. Birincisi renkleri, ikincisi de ne zaman varacağının belli olmaması. Normal varış saati akşam 17.00 – 18.00 olmasına rağmen hiçbir zaman o saate varamazdı. Vardığı bir gün olmuşsa da kesin o gün bir mucize olmuştur. Akşam 24.00 gibi geldiği de çok olmuştur.

Aynı trenle zaman zaman dedemler de Ankara’ya gelirdi. Akşam saat 18.00 gibi istasyona gidip, oradaki görevlilerden "Tren akşam 23.00 gibi gelecek." lafını duyup eve geri döndüğümüz zamanları çok iyi hatırlarım. O zamanlar sadece tek bir hat var. Giden tren de gelen tren de aynı yoldan gidiyor. Sürekli olarak istasyonlarda karşıdan gelen treni bekleme durumları vardı. Küçük gecikmeler eklene eklene büyük gecikmelere neden olurdu.

Yol uzun olduğu ve de ne zaman biteceği belli olmadığı için sabah bütün gazeteler, mecmualar, sandviçler, çikolatalar vs. alınır ve trene öyle binilirdi. O zamanlar tren yavaş yavaş hareket etmeye başladığında geçirmeye gelenlerin de bir müddet trenle yürümesi durumları vardı. Hem yürür hem el sallarlardı.

Her durduğu istasyonda trenin içine girmeyen satıcı da kalmaz ama biz onlardan genelde pek bir şey almazdık. Sadece İzmit’te durduğunda pişmaniye alırdık. Değirmendere fındıklarının neden bizim Giresun fındıklarına benzemediğini merak ederdik ama kendi fındıklarımıza ihanet etmemek için onlara da yüz vermezdik. Yemek trende kumanya alınarak yenilirdi. Bunu da bileti alırken almak lazım yoksa bulamazsın. Trene belli sayıda yüklenirdi kumanyalar. İnsanların bir çoğu da yemeklerini evden hazırlayıp getirirdi. Trende bir yemekli vagon da vardı ama babam hep çok yoğun veya seyahatte olduğundan dolayı hiçbir zaman bizle gelemediği için ve de dolayısıyla başımızda bir erkek olmadığı için biz oraya hiç gidemezdik. Yemekli vagonda yemek yiyebilmek için bir büyük erkek şartı vardı herhalde o günlerde.

Kumanyada muhakkak ve muhakkak çikolatalı muhallebi gibi bir şey olurdu ve ben onu yemeyeceğim diye tuttururdum. Çikolatayı çok sevdiğim halde çikolatalı hiçbir şeyi de sevmezdim. Şimdi bu tip şeyleri yemesem daha iyi gibi bir durum söz konusu olduğu için artık hepsini yiyorum.

Tren Eskişehir’e vardığında şöyle bir aşağıya inip en son tren yavaş yavaş hareketlendiğinde trene binmek adettendi. Neden yapardık bunu, ben de bilmiyorum. O zamanlar bu davranış çok havalı gelirdi bize. Bilecik’te de karşıdan gelen Boğaziçi Ekspresi beklenirdi. Buluşmadan sonra Ankara yönüne giden treni bir sonraki istasyona kadar bir adet kömürlü lokomotif iterdi. Hafif bir rampa olduğu için tren arkasından itilmeden o rampayı çıkamazdı. Ayrıca bu trenler şimdiki gibi şey kadar trenler değildi. Her biri en az on bir on iki vagon olurdu. Bayramda, seyranda trenlere vagon eklerlerdi; bu sefer de trenin uzunluğuna istasyonun platformu yetmezdi. En arka vagonlardaysan bavullarını eline alıp ineceğin istasyona gelmeden önce içeriden ileriye doğru yürümen gerekiyordu.

Her istasyonda çocuklar gelip “gazete” diye bağırırlardı. Trende herkesin yanında öküz gibi gazete olduğunu bildikleri için gazeteleri aşağıya atın diye bağırıp dururlardı. Benim saf anneciğimde bize “Bak siz evde kitaplarınızı okumuyorsunuz, çocukcağızlar gazete okuyabilmek için bağırıp duruyorlar.” derdi. Okumakla alakası olmadığını bunları toplayıp sattıklarını öğrendiğimizde ben 13 yaşındaydım.
Dört kişi gidip geldiğimize göre iki tane cam kenarı koltuğumuz olurdu ve istasyon binalarını gören taraftaki cam kenarı koltuk her zaman benimdi (bana da dedemden geçmiş herhalde) . Bunu iyi ayarlamak lazım yoksa tren durduğunda dağı, bayırı görürsün.
Sapanca göründüğünde yavaş yavaş güneş de alçalmaya başlamıştır. Sazlıkların arasından süzülüp Sapanca’nın sularında yok olan güneş ışıkları Marmara Bölgesi'ne girildiğinin ilk habercileridir. Deniz olmasa da artık bir çeşit su görülmüştür ve İstanbul’a az kalmıştır.

Trende bütün gün yediğin içtiğin bir şeyler varsa İzmit’ten sonra görevli bunların parasını toplamaya gelirdi. Bir yerlerde bir hesap tuttuklarını da hiç zannetmiyorum. Gelip “Bir hesabımız var mıydı efendim?” dediklerinde sen de üç çay, iki kola vs. derdin; parasını alıp giderlerdi.

Tarihi Haydarpaşa istasyonu artık yolun sonudur. Hava kararmadan varabildiysen ne mutlu sana. Rahmetli dede ve/veya dayım bizi karşılamaya gelirlerdi ve yolculuk biterdi. Her ne kadar raylar hiç bitmeyecekmiş gibi görünse de sonunda biterdi ve zevkli bir yolculuk olurdu. Sıkıldığımı hiç hatırlamıyorum.
Küçüklüğüne inmek lazım derler ya bugün dahi trenleri çok severim. Bu sevginin bitmek bilmeyen Boğaziçi Ekspresi yolculuklarıyla bir alakası olsa gerek diye düşünüyorum. Arkadaşlarım bilirler, Avrupa’ya gittiğimde toplantılar bittiğinde akşam yemeği öncesinde bir garda oturup elimde kahvemle veya şarabımla gelen giden trenleri izlemeyi çok severim. Her fırsat bulduğumda da yaparım.

Sağlıklı kalın, mutlu kalın...

3 yorum:

  1. Ne demek bu yani? Daha özetli mesela... Anladığım tek şey giden tren ve gelen trenin aynı yolu kullanması.

    Bide pişmaniye.

    YanıtlaSil
  2. Çocukların birazcık para kazanabilmek için trenin etrafında koşup "gazete", "gazete" diye bağırmalarını anlamadın mı?

    YanıtlaSil
  3. Super hikaye gozumde canlandi bir bir. Eski TCDD calisani olan anneme de okuyacagim. Sevgiler

    YanıtlaSil